İlk Kitabı Anlatmak söyleşilerimizin konuğu Vacilando Yayınları’ndan çıkan “Bir Adam ve Kill Bill Islığı” adlı kitabıyla Mehmet Akgül.
“Öykü kişilerinde bir sıkışmışlık var, hep aradalar. Bir yanda hayat; öte yanda kendileri, yaşamları, arzuları ve düşünceleri… Tabii ki hayat ve hayatın tebaası, bizimkileri aşıyor, onlar da bu durum karşısında çaresizler. Yaşama tutunma adına kendi bildikleri yoldalar. Böyle olunca hayatın dışında, uzaktalar. Dilleri de hayatın uzağında konumlanıyor.”
Bir Adam ve Kill Bill Islığı, ilk kitabınız… Kitap yazma düşüncesinden basım aşamasına kadar yaşadığınız süreci anlatabilir misiniz?
Kitap yazma, demeyelim de öykü yazma diye başlayayım. Öyküler yazıyordum, bir gün kitaplaşabilir umuduyla. İyi yazdığıma da inanıyordum. Kendi dünyamda, yaptığım işlerin iyi olduğuna zaten hep inanmışımdır. Gün geldi, öyküler birikti. Vacilando’dan Mustafa Bey’le iletişime geçtim. Bunlar, kitap arasında olabilir mi, diye. Sağ olsun, bakmış, beğenmiş, olur, dedi. Gerisini Mustafa Bey hallediverdi.
Bir Adam ve Kill Bill Islığı kitabınızda öykülerinizin içeriğinde çok farklı bir ses var. Genelde hayata normal insanın düşüncesiyle bakmayan bir diğer deyişle delimsirek insanların hayatları var. Bunları okura çok seçkin ve zarif şekilde hatta içten içe gülümseten bir tarzla yansıtıyorsunuz. Öncelikle bu anlatımı neden seçtiğinizi öğrenmek istiyorum.
Kıymetli sözleriniz için teşekkür ederim. Gereği kadar muzip bir mizaca sahiptim, şimdi o mizaç bayağı törpülendi. Bu mizaç öykü dilime yansımış olmalı. Öykü kişilerinde bir sıkışmışlık var, hep aradalar. Bir yanda hayat; öte yanda kendileri, yaşamları, arzuları ve düşünceleri… Tabii ki hayat ve hayatın tebaası, bizimkileri aşıyor, onlar da bu durum karşısında çaresizler. Yaşama tutunma adına kendi bildikleri yoldalar. Böyle olunca hayatın dışında, uzaktalar. Dilleri de hayatın uzağında konumlanıyor. Hepsi de “Ah, bir ataş ver!” kıvamındalar. Ki öykü karakterleri, benim dünyamdan neşet ediyor. Ben de hayata uzağım, uzak sayılırım. İnsanlara olabildiğince iyi niyetle yaklaşırım, pazarlıksız, çıkarsız… Gelgelelim, hayatın istediği şeyin bu olmadığını gördüm. Personalar, hesap kitaplar… Delimsirek, evet, öykü karakterlerim öyle denilebilir. Yaşadığım hayattan bana kalan bakiye bunlar. Bir olayı anlatayım. Berberim şu an. Acemi bir berber. İçeri bir müşteri girdi. Benim için müşteri bu kişi ve her müşteride olduğu gibi saygıyı hak ediyor. Avurtlar çökmüş, saç sakal karışmış, boynu da bükük. Elinde 20 lira. Tıraş olmak istiyor. Garip işte. Diğer arkadaş pek muhatap olmadı. Bencil davrandı. Ben onu tıraş ettim. Ederken bu insan, dedim hiç kimse tarafından adam yerine koyulmuyor, bu, yanlış. Berberde ne yapılırsa yaptım, yüzü gözü açıldı, kendine geldi. Parayı uzattı, o dedim buradan çıkınca çay paran olsun. Düşündüm ki tıraşını olmuş, diğerleri ile görüntü olarak eşitlenmiş, böyle olduğunu bilip bir de çay içerse değme keyfine! İşte bizimkiler böyle. O naif dil, belki de kalbimizin dili…
Yukarıdaki sorumu tamamlayayım. Öykülerinizin içeriği, bir otobüs kaptanı olduğunu sanan insanın bilgeliğinden pantolonun cebinde ıslık taşıyan çocuğa, çöpe atılmış bir insandan parasız kalan bir insanın karnını doyurma yöntemine, bir dansın doğum gününden bir kahvecinin delilerle uğraşına ve elbette kuşları kovalayan treni bekleyenine kadar insanların hikâyeleri. Bu hikâyelerde yaşamın görmezden gelinen çelişkilerini anlatma çabanıza ulaştığınızı düşünüyor musunuz?
Kendi adıma evet ama etki adına hayır. Dünya güzel bir yer olmayacak asla, arzular, kişiliklerin pratik hayatta sunumu buna her zaman engel. Bu öykü karakterlerim hep var olacak, dünya döndükçe var olacak. Bu insanlar U dönüşü yapamayan insanlar. Dünya bol gelmiş bu insanların üstüne, ben biraz olsun orasını burasını çekiştirip düzgün göstermeye çalıştım. Başarılı oldum mu, evet. Lakin kitaba olan ilgi bunu göstermiyor olabilir. Güzel bir insanın cenazesinde bazen çok az kişi bulunabilir, bu, onun güzel bir insan olduğu gerçeğini değiştirmez. İnsanlar başka şeylerle meşguldür o kadar.
Kitaba adını veren Bir Adam ve Kill Bill Islığı adlı öykünüzde, öykü yazmaya dair bir kaygınız da göze çarpıyor. Bu öyküyü, edebiyatı bir yaşam biçimi kabul edenleri takip eden bir ıslık olarak kabul edebilir miyiz?
Öykünün nasıl olması gerektiğine dair ipuçları var söz konusu öyküde (Benim açımdan). Kabul edebiliriz ama kime ne anlatıp kimi ikna edebilirim? Herkes nasıl biliyorsa o şekilde yazıyor öyküsünü. Bu da doğal. Gelgelelim, öykülerimiz de ortada. Sait Faik’in karakterleriyle gün gelir konuşur, dertleşirim. Karakterlerini düşünürüm. Bu etkiyi şu anki öykücülerde pek bulamıyorum. Okuduğumda beni etkilemeyen öyküyü ne yapayım? Bir sabah o malum rüyalardan uyanıp bütün öyküleri ben de sevebilirim belki!
Bir Adam ve Kill Bill Islığı, kitabınızdan beklentileriniz nelerdi?
Bu kişi öykücü, öykü yazmayı biliyor, denilmesiydi. Kitabımı kat kaloriferi gibi düşünmüştüm, öykülerim herkesin içini ısıtacaktı. Sadece bize özel kombi çıktı, belki de birkaç kişiyi ısıtabilen soba. (Güldüm) 85 milyondan sanırım daha bin kişiye bile ulaşmadı. Öykücü, edebiyatçı olacaktık, zor imiş meğer onları olmak. Birkaç güzel dost edindik sayesinde, eee size röportaj da veriyoruz, bunlar güzel şeyler.
Okumakla yazmak ilişkisine dair düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
Hayatımı bir kütüphanede geçirmek isterdim. Hep okumak isterdim. Okumanın düşünceme katkısını asla yadsıyamam yalnız bu ülkede okuyor olmak insana ne kazandırıyor, pek anlamış değilim. Ha, şunu diyebilirim, okuyan, yazar daha iyi yazar. Tabii ben bu aralar işten güçten pek okuyamıyorum. Yazmıyorum da dolayısıyla… Kitapçılara bile uğramıyorum. Hayat meşgalesi işte.
Günümüz öykülerine nasıl bakıyorsunuz?
Pek tadı tuzu yok. Sevenler var ama. Bir doğum gününe gitmiştim. Duvarda süsler, pasta, iyi giyimli konuklar falan… Konukların, bizi misafir eden doğum günü sahiplerinin konuşmaları, konuşma tonları bana samimi gelmedi o an. Bilmem, sadece ben mi samimi bulmadım ortamı, konuşmaları, insanları… Çıktım, gittim. Bugünkü öykü dünyasını bu doğum gününe benzetiyorum. Bir araya gelip öykümüz var diye bağırılıyor sanki. Bu konuda ben biraz sağırım, duymayıp görmek istiyorum. Don Kişot, nasıl şövalye romanlarında kaldıysa ben de öyle zannediyorum ki Sait Faik, Orhan Kemal vb. öykülerinde kaldım. Zannımca bugünün öyküsünün öykü adına muhalifi yok, herkes iktidar öyküde, her çevre.
Yeni dosyalarınız var mı?
Dediğim gibi artık pek yazmıyorum. Belki bir gün oturur, dümdüz, uzun bir şeyler yazarız, o zaman o, dosya olur.
Bu soruların ve yanıtların ışığında Mehmet Akgül’ü bizi tanıtabilir misiniz?
İnsanların hilelisinden, hurdalısından köşe bucak kaçmak isteyen bir Diyojen’im öncelikle. Kafasına göre insan bulamayan insanım. Burada kabul edelim ki benim kusurlarımın da bini bir para. Pek kimseyle anlaşamam, ilişkilerim; sürdürülebilir, devam ettirilebilirden uzaktır. Dalar giderim çoğu zaman kafamdaki kuyuya, kara deliklere… İnsanlar, adadır bende, yanlarına pek varmak istemem. Rüyadır çoğu da onlara da ulaşamam. Ne bileyim, biri iyi çıkar da severim, kafasını şişiririm durduk yere diye herkese mesafeliyim. Tek başıma koskoca bir barajım. Kendimi arar dururum. Thomas Bernhard’ın gerek kamusal gerekse sosyal, edebi muhataplarına yönelttiği nefretin çoğunu da bağrımda taşırım. Bütün sistemlere de, görüşlere de bazen Grup Vitamin’in “Al aşkını, sok gözüne, gözüne!” sözleriyle karşı çıkan biriyim.
Teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (7 Temmuz 2023)