İlk kitabı Anlatmak söyleşilerimizin konuğu Monokl Yayınları’ndan çıkan “Şeytan Düğünü” adlı kitabıyla Nazlı Ayça Özkarahan.
“… Ama şunu biliyorum ki edebiyat ve sanat hep var olacak çünkü sağaltıcı güçleri tartışılmaz. Zor dönemlerden geçiyoruz, sokağa çıktığımda herkesin yüzü gri, birtakım inançlarımız yıkıldı, tüm bunlardan dolayı mutlu olmayı unutmuş bir halimiz var. Geçmişten biliyoruz ki büyük buhranlar, toplumsal olaylar hep üretim ve yaratıcılıkla anlam kazanmış.”
Şeytan Düğünü de sizin ilk kitabınız… İstediğiniz kadar okumak yazmak yaşam biçiminiz olsun, istediğiniz kadar üretin ama ilk kitabı bastırmak epey zorlu bir süreç olduğu gibi onu başardığınızda sahip olduğunuz şey bambaşka… Elinize aldığınızda ne hissettiniz ve yayınlatma deneyimi üzerinde bu zorluğu tartışmaya açabilir misiniz?
Şeytan Düğünü benim için çok eski bir rüyanın maddeleşmiş hali. Yayınevimle pandemi öncesi sözleşme imzalamıştık doğal olarak hiçbir şey planlandığı şekilde ilerleyemedi. Her anlamda zorlu dönemlerdi. Birçok yayınevi yayın takvimini revize etmek durumunda kaldı. Haliyle bizimkisi biraz geç, hasreti bol bir kavuşma oldu. Bekleme sürecinde en çok yeni öykü yazmakta zorlandım çünkü his olarak orada bekleyen bir dosya var ve her yazı yazmaya oturduğumda kendimi dosyanın içinde buldum. Kavuşmanınsa mutluluğuysa tabii tarif edilmez ama daha çok tekin, huzur veren bir duyguydu. Bir bütünlük hissi belki de.
Öykü yazmak, dergilere göndermek beklemek, yeniden denemek, dosyalaştırmak, yeniden yeniden okumak tüm bunlar bana çok şey kattı. Sürecin tadına varmayı, sonuçtan çok sürece odaklanmayı öğretti.
İlk Kitabınızla, Müfide Güzin Anadol Öykü Ödülü almak sizde bir etki yarattı mı?
Bırakmaz mı, bu işi daha ciddiye almam gerektiğine dair bir sorumluluk yükledi. Ben yoğun çalışıyorum, yaptığım işi de seviyorum. İki liseli kız annesiyim, hakkını vermeye çalışıyorum. Dolayısıyla yazmak benim hayatımda hep bir şeylerin arasında, kıyısında ya sosyal bir ortamdan ya da uykudan ödün vererek varlık gösteren bir şey. Ödül, tüm bu seçimlerin bir yere vardığına dair bir onay oldu.
Bunun yanı sıra, Devreklilerin kültürlerine, insanlarına, edebiyata sahip çıkışlarını görünce daha da etkilendim. Düşünsenize bizim gibi hafızası zayıf bir toplumda bilmek, anmak için bu kadar çabalamak ve bunu saygıyla yapmak… Bunların hepsi çok özlediğimiz değerler. Bu bağlamda da bu ödül bana çok güzel değerleri hatırlattı, kıymetli insanlarla tanışmama vesile oldu.
Hem okuma hem de yazma hevesimi çok besledi.
İlk Kitabınız Şeytan Düğünü’ nü okudum. Yalın doyurucu bir öykü dili var. Hikâyeler, her bir insanın yüreğindeki izlere dokunuyor. Kurmacalarınız çarpıcı. Zihinde yer ediyor. Düşünsel anlamda bir birikimin sonucu; yazılırken de yayınlanırken de çok emek verilmiş, belli. Şeytan Düğünü kitabı için oluşturduğunuz öykü dosyanızı, sıcak bir havada yağan yağmur gibi mi yoksa kendinizle yüzleşerek mi hazırladınız?
Benim bir kitap yazma hayalim vardı ama başta bir kitap için yola çıkmadım, önce öykücü olmayı öğrendim diyebilirim. Uzun yıllar çekmece yazarı olarak yaşadım, bırakın birilerine okutmayı, yazdığımı dahi dile getirmeye çekindiğim dönemler var. Sonra yavaş yavaş bu tutumum kırılmaya başladı. Yazdıklarımı okumaya, okutmaya başladım. Kimi zaman çok yapıcı kimi zaman oldukça yıkıcı eleştiriler aldım. Bu çok güzel bir şey, bir süre sonra dayanıklılığınızı inanılmaz bir seviyeye taşıyor, yaptığınız işte olmayanı duyduğunuzda konuyu hiç kişiselleştirmeden daha iyisini yapmaya odaklanabiliyorsunuz. Yukarıda bahsettiğim bütünlük hisse de belki buradan doğuyor. Yazma sürecindeki şiarım, kusuruyla, olmuşu olmamışıyla kabul etmek ama her tökezlemede daha iyisine niyet etmek… Ki bu inancım iş hayatımı da inanılmaz pozitif etkiledi.
Konuyu uzatmayayım soruya dönersek bir kitap çerçevesinde başlamadığım için ilk başta aklıma düşen yüreğimi yakan meseleleri yazdım, yazdıkça içimin soğuduğunu fark ettim, daha da yazdım. O zaman benim için mesele olan şeyler hafifledi, yenilerine döndüm yüzümü. Bu bağlamda bakarsak hikâyeler benim hayatımdan çıkmış olmasa da sonuna kadar kendimle yüzleşme denebilir. Belki de bu sebepten kitap bittikten sonra bir süre hikâyesiz, çok dingin bir süre geçirdim.
Yukarıdaki sorumun bir devamı ve mesleğinizle ilgili olarak soruyorum. Yayınevleri, kültür endüstrisinin bir parçası? Bu endüstriyel psikoloji ne durumda ve edebiyatın geleceğini nasıl etkiler?
Meslekten bağımsız bakarsak ülkenin durumu ortada her türlü zorlayıcı ekonomik koşullar, dağıtım sorunları, kitap fiyatları hepsi kaotik bir ortam yaratıyor. Kurumsal düzende çalışan yeterli elemanı olan yayınevi oldukça az. Bence yayıncılık ticari odaktan ziyade gönül bağıyla yapılması gereken bir meslek ama ortam buna izin vermiyor. Hal böyle olunca ortaya büyük bir çelişki çıkıyor. Yayıncının yaşadığı her zorluk kaçınılmaz bir şekilde okuyucuya yansıyor.
Bireysel boyutta bakarsak, iyi bir okur yayınevi takip ediyor, hangi çeviriyi nereden okuyacağını, hangi yayınevinin redaksiyonunun temiz olduğunu biliyor. Güvendiği yayınevinden çıkan yeni yazarı tanımak için emek harcıyor.
Sektöre dair üstatlarımdan dinlediğim birçok hikâye var. Kitabın mağazaya ulaşması yetmiyor bunu hepimiz biliyoruz. Rafa çıkması rafta görünür olması, sirkülasyonun doğru programlanması bunlar hep o gönül meselesinden kopup ticari kaygılarla işliyor.
Kendi mesleğim üzerinden bakarsam (soru esasen buradan geldi sanırım) ben ölçme değerlendirme yöntemleri ve analizleri sonucu doğru yetenekleri işe yerleştirmeyi ve bu insanları gelişim zihniyetinde tutarak hem kurum hem kişi için kazan kazan ortamı yaratmayı hedefliyorum. Dolayısıyla buradan baktığımda edebiyat dünyası ve geleceği için bir şey söylemem çok mümkün değil. Ama şunu biliyorum ki edebiyat ve sanat hep var olacak çünkü sağaltıcı güçleri tartışılmaz. Zor dönemlerden geçiyoruz, sokağa çıktığımda herkesin yüzü gri, birtakım inançlarımız yıkıldı, tüm bunlardan dolayı mutlu olmayı unutmuş bir halimiz var. Geçmişten biliyoruz ki büyük buhranlar, toplumsal olaylar hep üretim ve yaratıcılıkla anlam kazanmış. Bütün bu iç isyanlar yine edebiyatla, müzikle, dansla, resimle iyileşecek. Gelecekte de çok güzel şeyler üretilecek eminim.
Konu hassas. Son olarak gençler üzerinden bakarsak, gençler okumuyor gibi klişeleri duymaya pek dayanamıyorum. Çok sıkı okuyucu olan gençler tanıyorum, her dönem olduğu gibi okuyanı da okumayanı da var. Büyük kızıma bakıyorum benden fersah fersah önde bir okuyucu arkadaşları da kendi gibi. Küçük kızıma bakıyorum iyi bir okuyucu olmanın önemini farkında, arkadaşları da öyle. Bunlar beni çok umutlandırıyor. Gençler için YGA gibi oluşumlar var, bakıyorsunuz gümbür gümbür geliyorlar, akıllılar, düşünüyor ve üretiyorlar. Her zaman olduğu gibi ileride de bunlar yolları açacak bireyler, birileri de elbette onları takip edecek. Her anlamda güzele odaklanıp güzeli beslemek de bize düşen en büyük görev.
Roman yazarken aniden öyküye dönüşünüzün nedenini biraz açar mısınız?
Roman yazarken mi öyküye döndüm, öykü yazarken mi roman yazmaya öykündüm bilmiyorum. Her şey çok küçük bir kızken gördüğüm bir rüya ile başladı. Okumayı sökmeden yazmaya özendim. Biraz da utangaç bir mizacım vardı (buna beni şimdi tanıyan kimse inanmıyor!) Özellikle duyguları dile getirmek benim için her zaman zor oldu o sebeple yazmaya bağlandım. Her daim günlük tuttum, biraz şiir yazmaya çalıştım, en sonunda bir hikâye anlatmak istediğime kanaat getirdim. Günlükte iç dökmek yetmiyordu artık, bir derdim vardı ve o derdi, o konuyu kapatmak istiyordum. Şiirde iyi olmadığım çok netti, roman yazmaya koyuldum. Sonra araya hayat girdi. Ani bir kararla kıta değiştirdim, işim gücüm düzenim her şey değişti. Romanı unuttum, rafa kaldırdım. O dönem hayatı gün gün keşfettiğim, heyecanları daha yoğun yaşadığım bir zamandı belki bu da beni öyküye çekti ve öykü yazmaya başladım. Sonra bir taşınma anında çekmeceler dolusu kâğıtlar çıkınca eşim, yazık olmuyor mu bunlara biraz daha ciddiye alsan bu konuyu bir kitap çıkar mı, diye sordu. Çocuklar küçüktü, hayatımız daha dar bir çerçeve içinde şekil alıyordu. Saatli uykular, saatli oyunlar, bahçede bir köşede beklemeler, parkta banka tünemeler yaratıcı bir sıkışıklığa dönüştü. Bence öykü bu dar zamanlar için çok uygun. Tadına bir kere varınca da vazgeçmek zor.
Bir kitapta yer alacak öykülerin tematik olmasını mı olmamasını istersiniz? Bunu kitabın edebi niteliği açısından değerlendirebilir misiniz?
Bu aslında duruma göre farklı cevap verilebilecek bir konu. Eğer öykülerin akışı izin veriyorsa bir tema üzerinden ilerlenebilir. Ancak konular ağır, işleyiş yorucuysa çok da tercih edilmeyebilir. Ben Şeytan Düğünü’nü önce böyle bir tema üzerinden kurmak istedim çok boğucu ve ağır oldu. Sonra başka bir şey yapayım dedim, o da olmadı, en sonunda en sevdiklerim öyküleri bir kenara ayırdım ve bir daha okudum o zaman yine bir tema oluştu ama benim ilk yola çıktığım kadar tek düze bir bakıştan değildi bu sefer. Göz önünde olup görünmeyenlere, sımsıkı örülmüş gibi görünen kutsal aile bağlarıyla gizlenen hislere, buradan doğan bir takım cinnet hallerine dokunmaya çalıştım.
Ben okuma tercihlerimi yaparken temadan çok üslup ön plana çıkıyor.
Bir söyleşinizde aklınıza gelen not ve sözcükleri unutmamak için defter taşıdığınızı söylüyorsunuz. Yazarken bu defterlerden faydalanıyor musunuz? Geri dönüşünüz nasıl oluyor?
Evet, deftersiz bir yere gidersem huzursuz oluyorum, yanımda illa kitap ve defter olacak. Ama bu sizi her saniye okuyor ya da yazıyor olduğum konusunda bir düşünceye sürüklemesin. Bilakis son zamanlarda bu konuda çok kötüyüm. Bazen kısacık bir kitap günlerce sırtımda gezebiliyor.
Yazarken defterlerden dolaylı bir şekilde faydalanıyorum. Her daim yanımda olan bir unutmama defterim var, hatırlama defteri değil unutmama defteri. Ayrıca kelime, rüya, fikir, kitaplardan sevdiğim cümleler için defterlerim var. Bunların arasında en çok kelime defterinden faydalanıyorum. Buraya nasıl bir kelime koysam gibi değil de zaman zaman alıp karıştırıyorum daha önce hiçbir şey ifade etmemiş bir kelime o anda bir tetikleyici görevi görebiliyor. Rüyaları yazmak enteresan bir şey o rüyayı oraya çıpalıyor, unutmuyorsunuz. Yazmasan iki saate hatırlamayacağım imgeler ebediyen orada kalıyor. Üzerinden zaman geçince bunları okumak bambaşka bir tetikleyici oluyor. Yani, canım kitap okumak istemezse defter okumayı tercih ediyorum.
Günde kaç saat ve ne tür kitaplar okuyorsunuz? Okumaya inancınız nasıl?
Ben kitaba başlayıp yerinden kalkmadan bitirenlerden değilim. Okumak bana göre içinde birçok eylem barındırıyor. Bir kitabın ikinci cümlesinde bir konuya takılır onu araştırmaya başlarım. Ya da öyle bir betimleme vardır ki hayallere dalarım bir bakarım yarım saat geçmiş. Fiziksel bir anlatım vardır, kalkar dener hissi bedenime taşırım. Genelde elimde mutlaka bir iki kitap, okunacak ya da alınacak kitap listem mevcuttur. Fakat özellikle pandemiyle birlikte bu konuda düzenim altüst oldu, fiziksel ofisi kapattık, hala evden çalışıyorum. Yaptığım iş sebebiyle genelde ekranda toplantıda ya da seansta oluyorum dolayısıyla küçük çalışma odamın dışına dokuz on saat çıkamıyorum. Bu da beni aynı pozisyonda tek bir yere ve ekrana kilitliyor. Bu durum okuma süreçlerimi oldukça olumsuz etkiliyor çünkü hareketsizlikten doğan bedensel yorgunluk oluşuyor. Dahası etkilendiğim bir kitap bitince hemen bir diğerine geçmektense duygunun içinde kalmayı etkinin tadını çıkartmayı da seviyorum, en azından bir gün okuduğumun sarhoşluğunda gezmek istiyorum.
Sık sık mesleki kitaplar da okumam gerekiyor. Tabii öykü ve roman okumayı daha çok seviyorum. Hatta iki roman okuduysam bir öykü araya koyayım diyorum ya da tersi. Bu aralar Kuzey Avrupa edebiyatı bana iyi geliyor.
Yazmaya devam ediyor musunuz? Yayınlatmak için hazırladığınız dosyalar var mı?
Var, var da şu sıralar garip bir duygu durumu yaşıyorum yazarken işte bir şeyleri eksik bıraktığımı, işteyken de yazma sürecini eksik bıraktığımı düşünüyorum. Kendime biraz acımasız davranıyorum galiba. Sanırım artık gerçekleri kabul edip iş-yazı ve aile üçgeninde zamanı daha net ayırmalıyım. Aile açısındansa şanlıyım, kızlar da eşim de bu anlamda her zaman bana alan ve mekân imkânı tanıyorlar.
Şeytan Düğünü, ikinci baskıyı yaptı. Bu yeni baskı yazma ediminizde nasıl bir etki yarattı?
Yazı, güzel sanatlar, müzik ve benzeri uğraşlar hep dış onay sistemiyle size performans hakkında bilgi veren eylemler. İkinci baskı bu anlamda kitabı birilerinin okuduğu onayı niteliğinde yazma konusunda hevesimi canlandırdı. Ayrıca ben duyguları yüksek yaşayan bir insanım, ikinci baskı da ilkine benzer bir heyecanla kendimi sokaklara atıp kitapçı kitapçı gezdim, dokundum, esenledim, coştum.
Bu sorular ve yanıtların ışığında Nazlı Ayça Özkarahan’ı nasıl tanımlarsınız?
Zor bir soru bu. Çabalı, kolay kolay yılmayan ve kendini bildi bileli hayatı yorumlamaya, kendini ve insanı anlamaya çalışan samimi biriyim. Samimiyet ve adalet benim için çok önemli değerler.
edebiyathaber.net (21 Nisan 2023)