İlk Kitabı Anlatmak söyleşilerimizin konuğu Kitapol Yayınları’ndan çıkan “Edebiyatta Resim Esintisi” adlı kitabıyla Seyhan Can.
“Ekfrasisin edebiyata katkısının tanımlama, betimleme ve yorumlamada karşımıza çıktığını düşünüyorum. Bu açıdan baktığımızda, resim ile edebiyat arasındaki etkileşim, edebî metinlere yeni bir anlam ve boyut kazandırıyor; bizi okuduğumuz metinlere çifte bir dikkatle bakmaya zorluyor. Bir okur olarak, kişisel gelişimimize katkısı olduğu kesin, edebiyata katkısı ise çok daha fazla…”
Edebiyatta Resim Esintisi, bir ilk kitap olduğu kadar ilginç de bir kitap… Aslında sizin ilk kitabınız ama galiba içerik olarak da bir ilk kitap. Sanatla uğraşan her kişinin başvuru kaynağı olarak kullanabileceği gibi özellikle yazarların olduğu kadar ressamların da okuması gerektiğini düşündüm. Kitabın girişinde “Seyir Defteri” başlığıyla böylesine bir kitabı neden yazdığınızı yazmışsınız ama bir kez daha sizden dinleyelim. Neden böyle bir kitap?
Edebiyatta Resim Esintisi, içerik olarak bir ilk kitap olma iddiasını taşımamakla birlikte, bu alanda yapılan akademik çalışmaların haricinde okuyucuyla buluşan başka bir kitap var mı ülkemizde, doğrusu bunu ben de bilmiyorum. En azından böyle bir kitap okumadığımı söyleyebilirim.
Edebiyatta Resim Esintisi’ni yazma sürecinden beş yıl önce başlayan bir öğrenme yolculuğum oldu. Rönesans resminden başlayıp sürrealist resimde sonlandırdığım “Resmin Ana Durakları”na yaptığım bu yolculukta, yüz ressamın dört yüze yakın resmini çalıştım. Adını bile duymadığım ressamları tanıdım. Oturduğum yerden dünyanın en ünlü müzelerini gezdim, en ünlü resimlerini tanıdım. Bu süreçte aklıma, çocukluğumda hemen hemen bütün kitaplarını okuduğum ünlü yazar Jules Verne geldi hep… “Seksen Günde Devriâlem” , “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah”, “Arz’ın Merkezine Seyahat” gibi kitaplarının sayfalarında beni maceradan maceraya sürükleyen bu ünlü yazar, liman şehirlerinde geçirdiği çocukluğunda izlediği gemiler ve yelkenliler macera hayallerini ateşleyince bir gemiye binerek evinden kaçmaya kalkar. Rivayet odur ki, babası tarafından yakalanıp gemiden indirilir ve “bundan sonra yalnız hayallerinde yolculuk edeceğine dair” ailesine söz vermek zorunda kalır. Benim kaçak bindiğim bir gemi, aileme vermiş olduğum bir söz olmasa da, oturduğum yerde çıktığım maceralı bilgi yolculuğu, bana Jules Verne’e atfedilen bu hikâyeyi anımsatıyordu nedense…
Sanat tarihi çalışmak, sonrasında resim sanatının edebiyatta, edebiyatın da resimdeki iz düşümünün daha bir farkına varmak beş yılımı aldı. Edebiyat ve resim arasındaki etkileşim, beni farklı bir maceraya sürükledi. İlk etapta edindiğim bilgiler sayesinde, edebî eserlere farklı bir gözle bakmaya başladım. Önceden okuduğum kitapları bir kez daha okudum, böylece edebî metinlerin içinde keşfedilmeyi bekleyen tabloların farkına vardım.
“Neden böyle bir kitap?” sorusunun yanıtı, hem öğrendiklerimin çok ilgi çekici olmasında, hem de bu alanda merakımı giderecek bir kitap bulunmamasında yatıyor. Tüm bunları, bir kitap yazmak amacıyla yapmamıştım aslında; öğretmenlikten gelen “bildiklerimi, öğrendiklerimi paylaşma isteği”, beni yazmaya yöneltti. Sonuçta ortaya yirmi üç özgün metin çıktı. Resim ile edebiyat arasındaki etkileşimi içeren bu metinler, kitabımın ilk bölümünü oluşturdu.
Sanat tarihine yaptığım yolculuk sırasında fark ettiğim bir eksiklik daha vardı. Örneğin National Galeri’ye, Moma’ya ya da Orsay’a gidecek olsak, görmemiz gereken sanat eserleri nelerdi? Gezi bloglarında bazı çalışmalar vardı ancak bence yeterli değildi. İkinci bölüm, bu ihtiyaçtan doğdu. Üç yıl boyunca çalıştığım dört yüze yakın resmi, sergilendikleri müzelere göre, ülke ve şehir bazında sınıflandırarak, sanatsever gezginler için “Dünya Müzeleri” başlığı altında bir rehber oluşturmayı amaçladım. Sonuçta ortaya “Edebiyatta Resim Esintisi” çıktı.
Edebiyatta Resim Esintisi’ni yayımlatmak sürecini anlatır mısınız? Yayınlanmadan önce ve sonrasında neler hissettiniz?
İlk kitabını yazanların yaşadığı sıkıntıları ben de yaşadım. Çalışmam, bir kitap dosyası niteliğine büründüğünde, biraz da Don Kişot’tan aldığım ilham ve cesaretle ülkemizin önde gelen birkaç yayınevine başvurdum. Bazıları cevap bile vermedi, bazıları ise nezaketle reddetti. Tam ümidimi kesmişken Arte / Kitapol Yayınları’nın “İlk Yayınevim” projesi, imdadıma yetişti. Kitapol Yayınları, hiçbir maddi katkı beklemeden kitabımı yayınlamaya değer gördü.
Kitabın basılma süreci de epey zorluymuş doğrusu. Kapak tasarımı, mizanpaj gibi işler de neredeyse bir ay aldı. Bu süreçte, İlknur Kavlak gibi deneyimli bir tasarımcı ile ilerlemek benim için büyük bir şanstı. Arka kapak yazısını, deneyimli gazeteci dostum Şeyda Apaydın’ın hazırlaması da…
Basılmasını heyecanla beklediğim kitabım, nihayet 15 Nisan 2023’te elime geçti. Onu elime aldığımda yaşadığım duygu bambaşkaydı… İlk aşka benziyordu biraz … O çok sevdiğim kitap kokusunu, kitabımın kokusunu içime çektim. Yaşadığım tüm sıkıntılar bitmişti işte… Öyle miydi gerçekten? Ya kitabın okura ulaşması, onlardan gelecek yorumlar… Bunlar, hiç aklıma gelmiyordu. Şimdi de okura yolculuğun heyecanı içindeyim.
Edebiyatta Resim Esintisi, ekfrasis tarzına dair hem dünyadan hem de ülkemizdeki yapıtlarından çok değişik örnekler veriyor. Bu örnekleri okuduğunuzda o resimlere başka bilinçle bakıyorsunuz. Size ayrı bir dünyanın kapılarını açıyor. Peki, ekfrasisin edebiyatın gelişiminde size göre katkısı nasıl olmuştur? Katkı sunmaya da devam ediyor mu?
Yunanca kökenli ekfrasis; görsel sanat eserlerinin sözlü veya yazılı anlatımı, yani bir yazar veya şair tarafından yorumlanması demek. Ekfrasisin ilk örneğiyle Homeros’un Troya Savaşı’nı anlattığı “İlyada” destanında karşılaşıyoruz. Demircilik ve ateş tanrısı Hephaistos’un dünyanın en büyük savaşçısı Akhilleus (Aşil) için yaptığı hayalî kalkan, İlyada’da yüz otuz dize ile anlatılıyor.
Ekfrastik metinlere hem dünya edebiyatından hem de bizim edebiyatımızdan birçok örnek vermek mümkün. Örneğin İngiliz edebiyatından ilk örnek 14.yüzyıldan Cantenbury Hikâyeleri. Oscar Wilde’in “Dorian Gray’in Portresi” romanı da ekfrasisin en iyi örneklerinden biri.
18.yüzyıldan itibaren, Batı’da kendi başına bir edebi tür olarak gelişen ekfrasis, bizde biraz daha geç görülüyor. Edebiyatımızda ilk ekfrasis örneği olarak Hüseyin Haşim’in 1884’te kaleme aldığı “Kocakarı ve Kedi” şiiri gösteriliyor. Sonraki yıllarda Samipaşazade Sezai, Nabizâde Nazım, Muallim Naci, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Halide Edip; Cumhuriyet Dönemi’nde Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi sanatçılar ekfrastik metinlere örnekler verirken; II. Yeni şairlerinin resim sanatıyla daha da yakından ilgilendiklerini görüyoruz.
Ekfrasisin edebiyata katkısının tanımlama, betimleme ve yorumlamada karşımıza çıktığını düşünüyorum. Bu açıdan baktığımızda, resim ile edebiyat arasındaki etkileşim, edebî metinlere yeni bir anlam ve boyut kazandırıyor; bizi okuduğumuz metinlere çifte bir dikkatle bakmaya zorluyor. Bir okur olarak, kişisel gelişimimize katkısı olduğu kesin, edebiyata katkısı ise çok daha fazla… Yine de kendimi bu katkıyı değerlendirecek yetkinlikte hissetmediğimden, sorunuzun yanıtını edebiyat tarihçilerine, ilgili akademisyenlere bırakmakta yarar görüyorum.
“Akademik çalışmalar haricinde ekfrastik metinlere yönelik çalışma, bildiğim kadarıyla ülkemizde henüz yapılmamış.”
Bu kitap çalışması için iddiasız bir çalışma, diyorsunuz. Bunu alçakgönüllülüğünüzden söylediğinize inanıyorum. Her şeyden önce bu kitapta olağanüstü belgeleme çalışması ve onların yorumlanarak edebiyat tarihine dönüştürme çabası var. Bu tür çalışmalara dair kitaplar ülkemizde neden hiç yok? Çoğalmasını ister misiniz?
Öncelikle bu saptamanızın benim için çok değerli olduğunu belirtmeliyim. Her ne kadar bu kitabı hazırlarken “Resmin Ana Durakları”na yaptığım bilgi yolculuğunda, yüze yakın ressamın dört yüz civarındaki resmini çalışmış olsam da, nihayetinde bir sanat tarihçisi değilim ve resim bilgim sınırlı. Eğitimini aldığım edebiyat alanının da sonsuz bir derya olduğunu düşündüğümde, alçakgönüllü olmak gerektiği gün gibi ortada… Bu çalışma; okuduklarını, öğrendiklerini paylaşmaktan keyif alan bir edebiyat öğretmeninin, edebiyatımızda hemen hemen hiç girilmemiş bir alanda yaptığı denemelerden oluşuyor, demem daha doğru olacak.
Akademik çalışmalar haricinde ekfrastik metinlere yönelik çalışma, bildiğim kadarıyla ülkemizde henüz yapılmamış. Çünkü bu konuda çalışmak, hem resim hem de edebiyat alanında bir altyapıyı gerektiriyor. Bu alandaki çalışmaların çoğalmasını, farkındalığın artmasını çok isterim. Bunun başlangıcı da eğitimin değişik kademelerinde gerçekleştirilebilir. Örneğin liselerde ekfrastik metinlere bir ilgi geliştirmek, bir farkındalık oluşturmak amacıyla seçmeli dersler konulabilir. Üniversitelerin sanatla ilgili bölümlerinde bu alana ayrı bir önem verilebilir. Her ne kadar, bu alanda bazı üniversitelerde umut verici çalışmalar varsa da ilerleyen zamanlarda bu farkındalığın ve çalışmaların daha fazla olacağını umuyor ve edebiyatımızdaki bu boşluğun da zaman içinde kendiliğinden dolacağına inanıyorum.
Kitapta karekodlar kullanılması müzeleri gözler önüne serilmesine neden oluyor. Bunu okura dokunmak için mi yaptınız, yoksa ekfrastik metinlerin nasıl etkili olduğunu kanıtlamak için mi?
Sanırım kitabın yenilikçi taraflarından biri de karekod uygulamasını kullanmaktı. Kitabın siyah beyaz basılacak olması, beni farklı bir arayışa götürdü. Madem, sözünü ettiğim resimleri tüm renkleriyle veremeyecektim, bu olumsuzluğu teknolojinin bize sunduğu sonsuz olanaklardan birini kullanarak ortadan kaldırabilir miydim diye düşünürken, “karekod” kullanma fikri, oğlumdan geldi. Kitapta sözünü ettiğim resimleri karekodlar sayesinde, sergilendikleri müzelerde okura gösterme fikri çok cazipti. Bunu yaparak okurun merakını kışkırtmış olduğumu ve yazdıklarımın etkisini daha da arttırdığımı umuyorum.
Edebiyatta Resim Esintisi kitabında sizi en çok etkileyen çalışma hangisi oldu? Neden?
“En çok hangi çocuğunuzu seviyorsunuz?” tarzında zorlayıcı bir soru… “En” sözcüğüyle kurulan soru cümlelerinin cevabı bir tanedir ama ben bu soruya bir tek cevap veremeyeceğimi hissediyorum. Çünkü yazdığım her metin, ayrı ayrı özellikleriyle kuşattı beni. Yine de birkaçından söz edeyim:
“Botticelli ve Dante’nin Cehennemi” başlıklı çalışmamı yaparken, Sandro Botticelli’nin bugün Vatikan’ın arşivlerinde bulunan İlahi Komedya’nın “Cehennem” bölümünü resimlediği orijinal nüshasını görmeyi çok istedim.
“La Jakonde Tebessümünü Nasıl Yitirdi?” adını verdiğim yazıda edebiyatımızda bütünüyle ekfrastik özelliğe sahip ilk şiir kitabı olarak karşımıza çıkan “Jokond ile Si-Ya-U” adlı şiirsel yolculukta Mona Lisa’yı Çinli sevgilisine kavuşturmak için Louvre’dan kaçıran Nazım Hikmet’in büyüleyici diline bir kez daha hayran kaldım.
En çok zamanımı ve enerjimi verdiğim yazım, Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” adlı nehir romanı ile ilgiliydi. Üç bin sayfadan oluşan yedi ciltlik kitabı okumam ve içinde yer alan yüze yakın ressamın tablosunu çıkarmam bir yılımı aldı. Çünkü tam bu kitabı okuduğum sıralarda üç gün arayla çok ciddi iki ameliyat geçirdim. Proust’un dünyadan elini ayağını çekerek eve kapandığı yıllarda yazdığı “Kayıp Zamanın İzinde”yle ilgili çalışmam, benim de eve kapanmak zorunda kaldığım zamanlara rastlıyor. Yine de “Kayıp Zamanın İzinde’ki Müze” adını verdiğim bölüm, beni duygusal olarak en çok meşgul eden çalışmalarımdan biri oldu.
Tam bir Proust hayranı olan Ahmet Hamdi Tanpınar’la ilgili iki yazımı yazarken çok keyifli zaman geçirdim. Huzur’un kahramanları ile “Kayıp Zamanın İzinde”ki kahramanlarla ilgili portrelerin benzerlikleri çok dikkatimi çekti. Bu, ayrı bir çalışmanın konusu olacak kadar ilginç geldi bana.
Hollanda Altın Çağı’nın ünlü ressamlarından Pieter Bruegel, bizim edebiyatımızda da birçok sanatçıya ilham kaynağı olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, Bruegel benim de en çok sevdiğim ressamlardan biriydi. Bu ressamın, Melih Cevdet Anday, İlhan Berk, Ülkü Tamer gibi şairlerimiz üzerindeki etkisiyle ilgili yazdığım yazılar, en keyif aldığım çalışmalardandı.
“İspanya İç Savaşı ve Guernica”yı yazarken, Picasso’nun savaşın vahşetini ustalıkla resmettiği devasa boyutlardaki “Guernica” tablosunun dünya yüzünde savaşın kanlı yüzünü anlatan son sanat eseri olmasını tüm kalbimle diledim.
Edebiyatımızın ilk postmodern romanı olarak kabul edilen “Tutunamayanlar”da, gerçek hayattaki en büyük “tutunamayan” ve “ressamların İsa’sı” olarak nitelendirilen, naif resmin öncülerinden Henri Rousseau’nun Oğuz Atay gibi büyük bir yazarı nasıl etkilediğini Tutunamayanlar’ı yıllar önce ilk okuduğumda fark edemeyişime üzüldüm. Henri Rousseau sayesinde Tutunamayanlar’ı bir kez daha okumaktan mutluluk duydum.
“Körün Müze Gezisi” adını verdiğim son çalışmam, Portekizli Nobel ödüllü yazar Jose Saramago’nun “Körlük” romanını konu alıyordu. “Körlük”, son zamanlarda okuduğum en etkileyici romanlardan biriydi. Yazarın “körlük” metaforunu tema olarak işlediği romanda, sözünü ettiği tabloları bu metafora bağlayışındaki ustalıktan çok etkilendim.
Günümüzde ekfrastik metinler var mı, yeterli mi? Siz günümüz yazarların resimle olan ilişkilerin boyutlarını yaratma edimi açısından nasıl buluyorsunuz?
Ekfrastik metinler dün vardı, bugün de var, yarın da olacak. Hem de daha çok… Yeterli olup olmadığı konusunda bir yargıda bulunmak haddimi aşmak olur. Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sı, günümüze doğru gelirsek, Şebnem İşigüzel’ün renk körü bir portre ressamı ile harfleri tanıyamaz hâle gelmiş olan bir yazarı anlattığı Sarmaşık romanı; Fuat Sevimay’ın, Leonardo Da Vinci’nin ünlü resmi “Son Akşam Yemeği”ni romanının omurgasına oturttuğu “Kapalıçarşı”, aklıma ilk gelenler…
Michael Benton, resim ve edebiyatın etkileşimi sonucunda ortaya çıkan ekfrasisin aynı zamanda okura sunulan retorik bir oyun olduğunu düşünüyor. Okuduğumuz metne yaklaşırken “çift yönlü bir dikkat” içinde olmamızı gerektiren bir oyundur bu. Ekfrastik metinler sanata yaklaşımımızı değiştiriyor. Günümüz yazarlarının resim konusundaki yaklaşımlarını bu açıdan çok değerli buluyor ve önemsiyorum.
Meraktan öte bir arzu isteğini de dile getirerek soruyorum. Bu kitabın devamı gelecek mi?
Latincedeki “Pro captu lectoris habent sua fata libelli” deyişi geliyor aklıma. Bir kitabın kaderi okuruna bağlıdır, şeklinde anlayabileceğimiz bu söze inanırım. “Edebiyatta Resim Esintisi”nin kaderi de gerçek okuruna ulaşmasına bağlı. Dolayısıyla, kitabın devamının gelip gelmeyeceği bu ilk kitabımın kaderine bağlı olacak.
Bu soru ve yanıtların ışığında kendinizi tanıtır mısınız?
Sanırım en zor zoru da bu… Son iki rakamından tavşan çizilen yılın son ayında doğmuşum. Annem, yeni yıla on bir gün kala doğduğumu söylerdi ama net bir tarih de söyleyemezdi. Ben de kendime yılın en uzun ve en karanlık gecesini doğum zamanım olarak seçtim.
Zor bir çocukluk geçirdim. “İnsanın anayurdu çocukluğudur.” derler. Yolun sonuna yaklaştığım bu zamanlarda, anayurduma daha da çok döner oldum. Özellikle de “gitme, başka yerlere ulaşma” duygumu tetikleyen muhacir köyündeki yıllarıma… Birleştirilmiş iki sınıftan oluşan köy ilkokulundaki üç yılım, aynı zamanda öğrenme, okuma merakımın da başladığı yıllardı. Hiç okuyamayacağımı, hele hele üniversiteye hiç gidemeyeceğimi, ömrüm boyunca köyde yaşayacağımı düşünürken babamı kaybedişimle hayatımın yönü değişti.
Yaşamımın ilk acılı dönüm noktası, aynı zamanda kozamdan çıktığım zaman oldu. Köyden çıkış, kasaba yılları, parasız yatılı yılları, sonra üniversite derken zaman akıp geçti. Edebiyat öğretmeni olarak ülkenin doğusundan batısına birçok lisede çalıştım. Sonrasında emeklilik… Emeklilik dönemini, kendimi gerçekleştirmek, yapamadıklarımı yapmak için iyi bir fırsat olarak gördüm. Kendimi kısaca özetlemem gerekirse iyi bir “okur”, meraklı bir “gezer” ve ara sıra da “yazar” olarak nitelendirebilirim. Şiiri çok severim bir de… Hepsi bu kadar…
edebiyathaber.net (2 Haziran 2023)