İlk Kitap söyleşilerimizin bu haftaki konuğu İletişim Yayınları’ndan çıkan Annemin Kaburgası isimli öykü kitabıyla Burçin Tetik.
“Annemin Kaburgası, Türkçe queer edebiyatın önemli ürünlerinden biri olarak nitelendirildi”
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplar hayatınıza nasıl girdi, “okur” olmaktan “yazar” olmaya giden yol nasıl başladı ve ilerledi?
Üniversitede ve yüksek lisansımda edebiyat alanlarında okudum. Yazmaya en mesafeli yaklaştığım dönem sanırım lisans dönemimdi. Yazdıklarımın kıymeti olmadığına, edebiyat tarihinin zaten fazlasıyla iyi yazarlarla dolu olduğuna kanaat etmiştim. Başkalarının yazdıklarını analiz ettikçe de bu döngüden çıkamaz olmuştum. Oysa benim için yazmak henüz ilkokula başlamadan önce, okuma yazmayı evde kendi kendime söktüğüm zamanlardan beri hayati bir ihtiyaçtı. Okumaya başladığımdan beri kafamda yazıyordum diyebiliriz. İlk kitabımı da pembe kartonla kapak yaptığım, A4 kağıdına yazdığım bir öyküyü zımbalayarak yine okul öncesinde kendi kendime hazırlamıştım zaten. Lisansta hız kaybeden yazma maceram o senelerde Boğaziçi’nde yaratıcı yazın dersi veren Murat Gülsoy’un yaz okulu dersini almamla yeniden yerini buldu hayatımda. Sonra lisansüstü dönemimde Berlin’deki üniversitede arkadaşlarımızla aramızda bir yazı grubu kurmamız ve birbirimizi desteklememizle biraz daha somut bir düzleme taşındı. O grupta yazdığım oyunu amatör bir ekiple sahneleme imkanım oldu ve sonrasında da yazmaya devam ettim.
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, “Annemin Kaburgası” ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?
2015’te ve 2018’de birer öykülü ödülü kazandım. Bu zannediyorum ki yazdıklarımı yayımlatabileceğim konusunda bana özgüven veren bir adım oldu. Çünkü baktım ki öykülerimi okuyan, etkilenen ve bana ulaşan insanlar oluyor, belki de hakikaten birilerinin hayatına dokunabileceğimi düşünmeye başladım. Yüksek lisans tezimi de edebiyat alanında yazıyordum, o sıralarda tezin yanında kafamda minik minik hikâyeler dönmeye başlamıştı, bir yandan da onları kaleme alıyordum. Tezle birlikte paralel birkaç öykü yazdım, sonra da devam ettim yazmaya. O sırada yazdığım pek çok sayfa çöpe gitti tabii, ama yazmanın devinimine o şekilde alışmış oldum.
Öykü dosyası tamamlandığında adını ikinci öykü olan Yabanperi olarak kararlaştırmıştım aslında. Sonrasında İletişim’deki sevgili editörüm Duygu Çayırcıoğlu’nun da tavsiyesiyle Annemin Kaburgası öyküsünü ön plana almaya ve kitaba ismini vermeye karar verdik. Bu isimde tabii hem aile ilişkileri hem kadınlığa dair bir atıf hem Adem ve Havva mitiyle uğraşan bir yan var, kitabın meselelerine de tam oturuyor. O açıdan çok iyi bir tercih olduğunu düşünüyorum.
Rutinime gelince, her zaman olamıyor tabii ama yazdığım zamanlarda bilgisayarımla baş başa kalmaya; olabildiğince sessiz, en fazla hafif bir müziğin çaldığı, bir mum yakıp kahve koyduğum bir ortam yaratmaya çalışıyorum. Kahve genelde soğuyup gidiyor, ama o masada durması önemli. Bir anlamda ihtiyacım olacak her şeyin elimin altında olması ve o sıcak, güvenli alanın oluşması gerekiyor.
Dosyayı bitirdikten sonra yayınevlerine ulaşma, başvuru ve dosyanın kabul edilmesi sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu süreçte yaşadığınız zorluklar olduysa bunları nasıl aştınız?
Dosyanın üzerinden birkaç kez geçip final haline ulaştıktan sonra kitaplığımda kendine yer edinmiş üç yayınevine yolladım. Biri yayın planlamalarında uygun bir yer olmadığı cevabıyla döndü, birisi “bu konuları” kurgu dışı kitaplarda yayımladığını iletti, sonuncudan ise uzun süre yanıt alamadım. Yaklaşık on ay sonra, tam da doğum günümden bir gün sonra ise dosyamın kabul edildiği bilgisi ulaştı bana. Epey güzel bir hediyeydi. Yayınevleri konusunda yaşadığım büyük bir sıkıntı olduğunu söyleyemeyeceğim, sonuç olarak en çok içimden geçen yayıneviyle iş birliği yaptım. Ancak öykülerin “konuları nedeniyle” edebiyat kitabı olarak basılmayacağını duymak oldukça garipti. Üstelik şimdi bu durum değişse de o zamanlar oldukça güvendiğim, şimdiki yayınevimden daha ufak bir yayıneviydi bu. Açıkçası orada şansımın daha yüksek olacağını düşünürken tam zıttı oldu.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
Annemin Kaburgası temelinde göç, aidiyetsizlik, aile içi ilişkiler, yalnızlık ve çocukluğu konu edinen dokuz öyküden oluşuyor. Bunların birçoğunda karakterler kadın ya da lgbti+, bu yüzden de kitap Türkçe queer edebiyatın önemli ürünlerinden biri olarak nitelendirildi sıkça. Hayatının bir noktasında kendini yalnız, anlaşılmamış ve dışlanmış hisseden herkesin kendisinden bir parça bulacağını düşündüğüm öyküler aslında bunlar. Çünkü bu duygular hepimiz için ortak.
Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa, kısaca söz edebilir misiniz?
İki derleme için teklif geldi, onlar için masa başına oturdum. Bunun dışında dergi ve dijital platformlar için de teklifler geliyor, ben de zamanım izin verdiği ölçüde değerlendirmeye çalışıyorum. Okuma grupları ve söyleşilerle online buluşmalarda yer alıyorum, bu da benim için oldukça besleyici bir süreç oluyor.
Yazar adaylarına tavsiyeleriniz neler olur?
Benim tavsiyem özellikle kadın ve lgbti+ yazar adaylarına olacak. Sakın kendi sözünüzün başkalarından değersiz olduğunu düşünmeyin. Bunu her yerde söylemeye çalışıyorum çünkü
maalesef toplum bazı kimliklerin her şeyi yapabileceğini düşünür ve hatalarında bile son derece anlayışlı olurken, belli gruplara bu hoşgörü gösterilmiyor. Kimi insanların iki, üç kat fazla çalışması gerekiyor ki toplumun gözünde makbul olabilsin, ürettiği işler değerli görülsün. İşte bu yüzden erkek yazarlar nasıl her zaman bir deha ürünü ortaya koymuyorsa kadınların ve lgbti+’ların da daha ortalama yapıtlarına erişimimizin olması önemli. Gerçekten çok iyi işler de ancak bu şekilde kendine alan açacak. Bu yüzden yazar adaylarına yazdıklarını olabildiği en iyi haline getirmek için çok uğraşıp sonra da korkmadan dış dünyaya yollamalarını öneriyorum. Gelecek kadın ve lgbti+’ların.
edebiyathaber.net (22 Kasım 2021)