İlk kitap söyleşilerimizin bu haftaki konuğu Epona Yayınları’ndan çıkan Yapı ve Yasa adlı öykü kitabıyla Duran Emre Kanacı.
“Hep edebiyatta yazmayı öğrenmeden önce bilimde yazmayı öğrendiğimi söylüyorum.”
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplar hayatınıza nasıl girdi, “okur” olmaktan “yazar” olmaya giden yol nasıl başladı ve ilerledi?
Teşekkür ederim. Yirmi sekiz yaşında tek kitaplı bir öykü yazarıyım. Akademisyenim. Kitapların hayatıma girmesi çocukluk dönemime denk geliyor, özellikle annem çok okurdu. Yine çocukken zihnimde dönüp duran imgeleri, deneyimlerimi hep bir şeylere öykünerek yazıya döktüm. Animasyonların, filmlerin, sonra daha sıklıkla okuduğum gelenekçi romanların kendi hikâyelerini anlatma biçimlerini kavramaya çalıştım ve onları taklit ederek yazdım. Zamanla yelpaze genişledikçe Memleketimden İnsan Manzaraları’na da öykündüm, Hobbit’e de, King’in Tılsım’ına da. Dilde, üslupta, karakterde ilk denemeler hep böyle erken dönemlere denk geldi. Yazmak büyük bir özgürlük alanıydı. Sonraki evrede bu özgürlüğün hakkını verebilmek adına yazıya daha ciddi eğilmeye başladım. Bu evre aynı zamanda korkunç bir iş hayatını sürdürmeye çalıştığım evreydi, yazı burada güçlendirici bir etkendi. O beni güçlendirdikçe ben de onu güçlendirmek istedim, yazının, özellikle öykünün teknik detayları üzerine okudum, çalıştım, kendime ödevler verdim. Sonra öykü atölyeleriyle apayrı faydaları olan ortamlar buldum. Çünkü dışarıdan gelen düzelti, eleştiri, geldiği ortamın seviyesiyle ilişkili olarak da tabii, içeriden gelenden daha iyi. Yazdıklarıma hiç hoşgörüyle yaklaşmıyordum gerçi, çoğu zaman gereksiz bir sertlikle yaklaştığımı gördüm. Böylece edebiyatta insanlarla çalıştıkça karakterim de üslubum da yumuşadı. Ortaya üzerinde daha çok emek olan ve bana göre doğru aygıtlarla çalıştığım öyküler çıkınca onları toparladım ve bir dosya haline getirdim. Edebiyat dergilerini aradan çıkarıp direkt yayınevlerine gitme hatamdan da kısa zamanda dönünce o dosya haline getirdiğim öyküler birçok dergide yayımlandı, farklı yazarlar ve okurlar tarafından okundu. Bir dosya oluşturma gayesine girmeden yazdığım yeni öykülerle ödüller kazandım, güzel seçkilere seçildim, davet edildim. O zaman gerçek manasıyla hem yazma hem okunma dönemine girmiş oldum. Tüm bu deneyimlerin sonucunda mesela yakın zamanda Yapı ve Yasa Vedat Türkali Öykü Ödülü Kısa Listesi’ne seçildi. İnsan bu süreçte ilerlerken hep içinde bulunduğu evrenin en iyisi olduğu hissine kapılıyor ancak daha çok özveriyle bir sonraki evre hep daha olgun, daha bereketli oluyor.
Siz aynı zamanda moleküler biyoloji ve genetik alanında çalışmalar bir akademisyensiniz. Fen bilimleri genelde edebiyata uzak görünen bir alandır. Farklı iki alan sizde nasıl buluştu?
Ben dediğiniz gibi bir genetikçiyim ve yüksek ihtisasım sinirbilime, özellikle davranış bilimlerine evrildi yıllar önce. Canlı psikolojisi, davranışı, moleküler ve sistem seviyesinde nöronların işleyişi, öğrenmenin, hafızanın oluşumu. Biraz da edebi bir bakış açısıyla, Pamuk’un “Ben neyim?” sorusuna küçük ve parçalı cevaplar almaya elverişli alanlar. Nasıl sorusuna ilk cevap bu elbette. Sonra, hep edebiyatta yazmayı öğrenmeden önce bilimde yazmayı öğrendiğimi söylüyorum. Birbirine uzak gibi görünen bu iki alan bana göre temel ögeleri birbirine çok benzeyen alanlar. İki tür yazında da bir önermeyle yola çıkıyorum, araştırmalarla bir bağlamın altını dolduruyorum. Bir yapının içerisini türlü yasalarla doldurmak bu bana göre. Öykü kitabım farklı deneylerle edinilmiş sonuçların sunulduğu bir tezse eğer her başlık altında işte o bağlam, çerçeve, gözlem ve metotlar farklı. Ama bir araya geldiklerinde birbirlerine bağlı bir bütün oluşturuyorlar. Lehrer’in dediği gibi “Yeni bir kültür alanı mümkün” ve ben iki alandaki deneyimlerimi bir potada eriterek bunu edebi yazınıma yansıtmaya çalışıyorum her zaman. Bu yüzden tarihi kurgu da polisiye de bilimkurgu da yazsam, kendi halinde orta sınıf bir ailenin dramını da anlatmaya uğraşsam bahsettiğim yöntemle yaklaşıyorum onlara. Yöntemi deneyip yanılarak, öğrenip öğreterek, optimize ederek oluşturdum. Tabii halen gelişmeye de devam ediyor. Bu dinamik ortamda bilim ve edebiyat böylece buluşmuş oluyor.
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?
Güvendiğim ve edebiyat dünyasında uzun senelerdir kendilerine iyi yerler edinmiş isimler “zamanı geldi,” dediğinde ben de öyleyse zamanı geldi dedim. Bu isimlerden biri Sedat Demir’dir. Öykü kitabım böylece Epona Kitap’ta yayımlandı. Bana büyük bir özgürlük alanı sağladı yayınevi, bu hem yazar olarak kendime güvenimi artıran hem de ortaya daha iyi işler çıkarma motivasyonu veren bir şey.
Kitaptaki Yapı ve Yasa öyküsü zamanında usta Ferit Edgü’nün yarım bıraktığı ve bir çaylak olarak benim tamamlamaya çalıştığım öykülerden biri. Öyküye yaklaşımımı ve gelişim sürecimi iyi göstermesi adına kitap adı olarak da bence güzel bir seçim oldu. Kitabım ilk çıktığında özene bezene bir kopyasını hazırlamış, Ferit Edgü adına onun şimdi çalıştığı yayınevine postalamıştım. Eline geçti mi hiçbir zaman bilemeyeceğim ya işte böyle hoş bir “muhakkak ulaşmıştır” anısı da var kitabın.
Yazmak konusunda kendime yaptığım en büyük iyilik zamanında bu eyleme soğukkanlı bir bakış açısı geliştirmiş olmamdır bence. Her zaman zorluklarıyla beraber çalışkan bir insan oldum, yazmak eylemi de benim için sıkı çalışacağım bir iş olageldi. Hem de keyif aldığım bir iş. Bu iş için uğraşmak, bu işi bitirmek, öykülere son noktayı koymaktan bahsediyorum, hep büyük tatminler. O yüzden hiçbir rutine ya da ritüele ihtiyaç duymadım. Ritüeller kısıtlayıcı etmenler bana göre. Günde ve gecede, hastalıkta ve sağlıkta fark etmiyor. Çalışmak istediğimde yazıyorum. Hem olaya bu açıdan bakınca kendime nazım da geçmiyor, öykü yazarak ya da yazmayarak kendimi şımartmıyorum, bunun yapmam gereken bir şey olduğunu biliyorum. Bu yüzden öyküyle iletişimimde büyük duygu değişiklikleri de geçirmiyorum. Yazmak için bir rutini, ritüeli oluşturmaya çalışsaydım, belirli duygu durumlarını bekleseydim kendimi onlara şartlamış, enerjimi onlara harcamış olacaktım. Sadece mesela hasret duygusu depreştiğinde yazan bir insan da vardır elbette ama aynı kalitede bir yazı daha yazması için yine bir şeylere yoğun bir hasret duyması gerekecektir diye düşünüyorum. Ya da o benzer atmosferi sağlamak için ne yapması gerekiyorsa onu yapmakla vakit kaybedecektir önce. Beyin aşağı yukarı böyle koşullanıyor çünkü.
Dosyayı bitirdikten sonra yayınevlerine ulaşma, başvuru ve dosyanın kabul edilmesi sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu süreçte yaşadığınız zorluklar olduysa bunları nasıl aştınız?
Dediğim gibi önceki dosya hazırlığımla redler almıştım, sonrası Epona’ya tekabül ediyor. Dosya kabulünden sonra sabırlı olmak gerekiyor, kabulden baskıya giden ve bizim kontrol edemeyeceğimiz uzun bir süreç var.
İlk kitap hem yazar, hem yayınevi açısından soru işaretleriyle dolu, heyecanlı bir başlangıçtır. Siz “ilk kitap” olgusuna nasıl bakıyorsunuz?
Soruyu bu şekilde sormanız çok şık olmuş çünkü bence bu çok ilginç ve benim de üzerine düşündüğüm bir konu. İlk kitap ne anlama geliyor? Farklı bakış açıları var gördüğüm kadarıyla. Kimi ilk kitabı bir yola çıkış, yapabileceklerinizin bir ön gösterimi olarak görürken kimi de ya hep ya hiç mantığıyla ilk kitabı edebiyat dünyasında bir var olma meselesi olarak görüyor. Ben yazar olarak da okur olarak da ilk gruptayım. Gelen eleştirilerden ve okur yorumlarından gördüm ki evet insanlar nasıl yazdığımı, neyi niçin yazdığımı görüyorlar. Burada bir örnek vermek istiyorum. Ömer Altan, “Ne yapı ne yasa” adlı eleştirisinde benim bazen üstü kapalı şekilde “denemeler” deyip geçiştirdiğim şeylerin tamamen o an kâğıt üzerinde plansız programsız gerçekleştiğini görmüş. Yapı takıntılarımı, benim bir romana doğru gittiğimi benimle hiç tanışmadan ve fikir alışverişinde bulunmadan, yalnız bir seçkideki öykümden ve kitabımdan okuyarak görmüş. Bunu onun ince okumasına ve donanımına da borçluyum elbette. Yine de insan bir ilk kitaptan daha ne ister?
Ben de çokça ilk kitap okuyorum ve kimin daha iyi kimin daha zayıf olduğunu, kimin yola nasıl devam edeceğini kestirebiliyorum. Ama mesela bahsettiğim ikinci gruptan doğan bir baskı var ki bazı yazar adayları ilk kitapları mükemmel olmazsa yok olacakları endişesi güdüyorlar sanki. Bunu arkadaşlarımda da gördüm. Ama anlam veremiyorum. İlk kitabımızla “marka” haline geleceksek neden yazmaya devam edelim? Bu mesela hiçbir bilimsel makalede böyle değil. Yayımlanmaya değer görülmüş çalışmaların alanında çığır açanı, en özgünü bile gelecekte yapacaklarına dikkatli atıflarda bulunur çünkü her zaman eksikler var. Kimse de “İşte senenin makalesi yazıldı bitti,” ya da “Yazar yazdı bitti,” demez, dememeli. Ayrıca hepimiz edebiyat okuryazarıyız, bugünün “marka”sının bazen salt iyi reklam olduğunu da açıkça görebiliyoruz, “marka” yazar da kendini iyi biliyor. Yine bu ikinci grupta bazen yazarın geçmişine sünger çekme, topluca ilk kitaplarını görmezden gelip bunları konuşmama-konuşturmama çabası da var sanki. Buna okur-eleştirmen de dâhil oluyor. Bence komik şeyler.
Demem o ki ben kendi emeğimi açık etmekten hoşlandığım kadar başkasının gelişimine şahit olmaktan da hoşlanıyorum. İlk kitap bence buna hizmet etmeli. Kim olduğunu şimdi hatırlayamadığım biri, kimse affetsin, ya bir sohbette ya bir söyleşide bir yazarın ilk kitabından dert yanıyordu. Bu yazarın kitabındaki üç beş mükemmelleştirilmiş! öykü, yazarın dergilerdeki öykülerine hiç benzemiyormuş. Aynı temaya zorla hapsedilmiş, başkalarınca fazlaca elden geçirilip belki de yeniden yazılmış, sunileştirilmiş, yazarı temsiliyetten uzaklaşmış bir ilk kitapmış bu. Yayınevinin, günün, politikanın vb. mükemmellik standartlarına uysa da o yazar için talihli bir olay mı bu bilemiyorum.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
Yapı ve Yasa farklı zamanlarda farklı şeyler deneme isteğimden doğmuş yirmi öyküden oluşuyor. Bunlar arasında üslup denemeleri de var tür denemeleri de. Kitabın değinmek istediği genel temalara iyi hizmet eden ama diğerlerinden zayıf kalan öyküler de var, gerçekten kuvvetli öyküler de. Sonunda hepsi beni memnun etmiş. Genellikle insan iletişimindeki tıkanıklıklardan, aile ve toplumun doğurduğu türlü canavarlardan bahsederek, bireyin bu canavarlar karşısındaki olası tutumları hakkında fikir yürüterek yazıyorum. Belki de bunlara biraz yeni taraflardan yaklaşarak. O yüzden yeri geldiğinde sert gerçekçi amaçlarım da oldu, sonra gerçekçilikten uzaklaşmamaya çalışarak mitleri de kullandım, hayalleri, rüyaları da. Kitabıma gelen başlıca eleştirilerden biri yirmi öykünün bir ilk öykü kitabı için çok fazla olduğu. Bu da yine bahsettiğim sebeplerden ötürü beni memnun eden bir şey, yazında hangi duraklara uğradım, nereden neler topladım, gelişim sürecim nasıldı görülsün istedim. Yayınevinin de desteği büyük oldu bu konuda. Çünkü birçok ilk kitabın yayınevlerince yedi sekiz öyküde sınırlandırıldığını da biliyorum. Bu haliyle Yapı ve Yasa beni yansıttığı için çok mutluyum.
Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa, kısaca söz edebilir misiniz?
Yakın bir zamanda yeni bir dosya teslim ettim yayınevine. Uzun süredir üzerine düşündüğüm ve söyleşilerde de bahsettiğim bir novella. Uzun süredir diyorum çünkü göç, göçmenlik, mültecilik meseleleri bütün sertliğiyle günlük hayatımıza gireli on seneden fazla oluyor. İnsanların doğudan batıya tarih boyunca hep benzer acılarla, benzer umutlarla göçtüğünü gördüm ve tam da bunu anlatmak istedim. Yine soğukkanlı yaklaşmaya çalışarak kendime verdiğim ödevlerde farklı diller ve panteonlarla, farklı tarihlerle yeni denemelerde bulundum.
Yazar adaylarına tavsiyeleriniz neler olur?
Bu soru sorulduğunda benim tavsiye edebileceğim her şeyin daha önce ustalarınca yazılıp çizilmiş olduğunu söylüyorum, bilindik tavsiyeler vermekten hep kaçınıyorum. Çünkü bu yola ciddiyetle devam etmek isteyen herkes zaten ne yapması gerektiğini iyi biliyor. Sadece dileklerim olabilir. Ben her şeyden önce kendi halinde uğraşıp didinen yazar adaylarına bu köşe başları tutulmuş, herkesin görünmez pasaportlara vizeler verip vizeler veto ettiği “günün” edebiyat dünyasında sabır ve devam etme motivasyonu diliyorum. Çünkü gerçekten önemli olan şeyin emek olduğunu biliyorum, kendim de bunu deneyimledim. Dilerim “günün” edebiyat dünyasının umutsuzluğa boğduğu yalnız ama hevesli yazar adayı denemeye devam eder. Yazınının çok iyi, biricik, özel olduğunu hisseden yazar adaylarına da ilerideki hayal kırıklıklarını çabuk atlatacakları, sonrasında olgunlukla yazacakları güzel günler diliyorum. Birer öğrenci olduğumuzu reddetmenin hiçbir anlamı yok ancak yine de zamanı geldiğinde kendi hocamız da kendimiz oluyoruz.
Söz hakkı tanıdığınız için tekrar teşekkür ediyorum.
edebiyathaber.net (11 Temmuz 2022)
““İlk Kitap”: Duran Emre Kanacı | Mesut Örs” üzerine 2 yorum