İlk kitap söyleşilerimizin bu haftaki konuğu İletişim Yayınları’ndan çıkan Porselen Bir Mevzu isimli romanıyla Gökçe Bilgin.
“Porselen Bir Mevzu’yu okumayı sevdiğim kitaplara selam yollamak için yazdım”
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplar hayatınıza nasıl girdi, “okur” olmaktan “yazar” olmaya giden yol nasıl başladı ve ilerledi?
İstanbul’da yaşıyorum. İstanbul dışında bir yerde yaşayamam sanki. Belki bir süreliğine bir yerlere gidebilirim. Ama hep buraya dönmek isterim. Bu şehrin sokaklarında sebepsizce dolaşmayı seviyorum. Bu şehrin sokaklarını dolduran insan seslerini dinlemeyi ve onca sese rağmen oluşan yalnızlık hissini de seviyorum. Kalabalık bir şehirde yaşayan bir sürü yalnız insandan biriyim. Standart bir hayatım var. Yanlış anlaşılmak istemem, yalnızlığımı seviyorum. Kendimi bu şehirle anlatmak istedim. Bu şehir gibi yoğun geçiyor günlerim. Gürültülü ve yorucu geçen bir günü kitap okuyarak kurtarmaya çalışırım. Düzenli okumak için uğraşan biriyim. İyi bir okur olduğumu düşünmüyorum ama çabalıyorum. Gezmeyi ve okumayı severim. Gezmek için para, okumak için zaman gerekli. Her ikisi için her gün mücadele ediyorum. Bir sürü insan gibi sabahtan akşama kadar kira ve faturaları ödemek için uğraşıyor ve başka şehirleri ve ülkeleri merak ediyorum. Eğer biraz para biriktirmişsem hemen bir gezi planı yaparım. Kitapları, gitmeyi istediğim şehirleri evime getirdiklerini düşündüğüm için okuyor olabilirim. Başka şehirleri ve oralarda yaşayan insanları merak ediyorum. Ama daima buraya dönmek istiyorum. Belki bir yere ait olmak güven verdiği içindir. Niçin yazdığımı bilmiyorum. Ama yazmayı istediğimi söyleyebilirim. Sanırım konuşmayı becerebilen insanlardan değilim. Konuşurken fazla heyecanlıyım. Fazla heyecanlı olan biri detayları umursamayabilir. Ama yazarken detaylar önemlidir.
“Porselen Bir Mevzu’nun ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?
Porselen Bir Mevzu şu şekilde ortaya çıktı: Daha önce kısa öyküler yazdım. Bu öykülerin bir kısmı Oggito sitesinde yayımlandı. Hatta kitabımla neredeyse aynı ismi taşıyan bir öyküm de yayımlandı. Öykü dışında Bianet haber sitesi için çeşitli kültür sanat yazıları da kaleme aldım. Bazen sanatçılarla söyleşiler de yaptım. Gezi yazıları da yazdım. Bir kaç yıl boyunca kendimi yazabildiğime ikna etmeye çalıştım. Evet, bunun için çabaladım. Çünkü çok zor beğenen biriyim. Bu yönümü takdir etmiyorum. Kendime karşı acımasız olabiliyorum. Yazabildiğime ikna olmuş değilim. Ama artık rahatlıkla şöyle söylüyorum: Yazmak istiyorum. Bazı kelimeleri görünür yapmak istiyordum. Örneğin “porselen” kelimesini, “porselen hayatlar” ya da “porselen bir gün” kullanılabilir, diyordum. Eğer bir gün hem kırılgan hem de kıymetli anlara gebeyse o güne, porselen bir gün, denilebilir. Evde oturup böyle şeyler düşünüyordum. Eğer işte değilsem kafayı böyle şeylere takıyordum. İşte olduğumda da böyle şeyler düşünüyor olabilirim. Sanırım bir roman yazmayı hep istiyordum. Ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Hala bir roman nasıl yazılır, ne gibi süreçler olur uzmanı değilim bu mevzuların. Ama bir kere yazmaya başladığımda bambaşka biri oluyorum. Yazmaya başlar başlamaz okuduğum bütün kitaplara ve etkisinde kaldığım tüm hayallere yaklaştığımı düşünüyorum. Kitabın ismini karakterlerime uygun olduğu için seçtim. Karakterlerim, saydam ve kırılgan tiplerdi. Tıpkı eski yazarlar gibi abartmayı seviyorum. İnsanın aklını ve duygusunu yere göğe sığdırmayan şu klasik eserlere hayranım. İlk kitabım okumayı sevdiğim kitaplara övgüler yağdırsın istedim. Yazarlarıma gizli mesajlar gönderdiğimi düşündüm yazarken. Daha ilk kitabımda büyük laflar ettiğimi düşündüm. Küçük odamda oturmuş yazarken mutlu ve heyecanlıydım. Sıklıkla kahve içiyordum. Ara verdiğimde ya işteydim ya da evde yapmam gereken işler vardı. Örneğin yemek yapmak ya da bulaşık yıkamak, ya da kıyafetleri katlamak, ya da başka bir şeyle uğraşmak bu canımı sıkıyordu. Sadece okumak, bazen yazmak bazen de gezmek istiyordum. Kitabım böylesi bir atmosferde ortaya çıktı.
Dosyayı bitirdikten sonra yayınevlerine ulaşma, başvuru ve dosyanın kabul edilmesi sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu süreçte yaşadığınız zorluklar olduysa bunları nasıl aştınız?
Dosyamı bitirdiğimde kitaplığımın karşısına geçtim. Kitaplığımdaki kitaplara baktım. Etkisinde kaldığım kitapları hep ayrı bir rafa dizerim. Kitaplığımdaki kitapları yarıştırdığımı söyleyebilirim. Onlarla kurduğum oyunları ciddiye alırım. Çok kitap okuyan biri değilim. Ama okuduğum şeyi abartırım. Okuduğuma teslim olurum. Elimdeki iyi bir kitabın etkisinde olmaktan çekinmem. Kısacası o iyi kitapları barındıran rafta bulunan tüm yayınevleri için şansımı deneyecektim. Neyse ki hepsini denemek zorunda kalmadım. Dosyamın kabul edildiğini öğrendiğimde hemen bu durumu yakınlarımla paylaştım. Beni yazmam için teşvik eden çok değerli bir arkadașım var. İlk onu aradım, sonra da oğlumu.
Çok mutluydum. Bu mutluluğumu bastırmak için dışarı çıkıp biraz yürüdüm. Her şeyden daha zor olan yazdığıma kendimi inandırmamdı. Bir kitabım olacağı için hem mutluydum hem de tedirgindim. Çok sevdiğim kitaplara yaraşır olmayan bir şeyle anılmak istemiyordum. Sevdiğim kitapları mükemmel buluyorum. Bu belki de iyi bir şey değildir. Ama sonuçta beni yazmaya iten en mühim mesele kitaplara olan hayranlığımdır. Başka ne olabilir ki. Hayatım mı, gözlemlediğim hayatlar mı, etrafımda meydana gelen olaylar mı? Bütün bunlar benim dikkatimi çekebilir ama bence bu yayımlanmaya değer bir şey olmazdı. Bu sadece beni bağlayan bir standart. Ben okumayı sevdiğim kitaplara selam yollamak için kitap yazdım. Neyse ki kitaplığımın, benim küçük kitaplığımın, belli bir yerini doldurmuş olan yayınevi dosyamı yayımlamaya değer buldu. Bu çok iyi geldi bana. Artık kitabımı çok sevdiğim o Rus yazarın kitaplarının yanına koyabiliyorum. Bu tip abartılı şeyler yapıyorum. Bazen onun kitabını, bazen kendi kitabımı övüyorum. Yine bana ait olan küçük odanın içinde yazmaya çalışırken bazen böyle şeyler yapıyorum.
İlk kitap hem yazar, hem yayınevi açısından soru işaretleriyle dolu, heyecanlı bir başlangıçtır. Siz “ilk kitap” olgusuna nasıl bakıyorsunuz?
Bir ilk kitap olsa olsa kocaman bir soru işaretidir bir yazarın hayatında. İkinci kitap dosyama çalıştığım şu günlerde en büyük korkum ilk kitap dosyama olan mesafemi ayarlamak açıkçası. Bazen hala ilk dosyamın etkisinde olduğumu düşünüp pencereyi açıp nefes almaya çalışıyorum. Yazmak henüz benim gibi en başında olanlar için çok stresli bir şey açıkçası. Bir ilk kitaptan sonra ne yazacaksın ya da yazmayacaksın, bir ilk kitabın okurla olan mesafesi, bir ilk kitapla ortaya çıkan bir yazarcık… Bütün bu düşünceler bazen çok sinir bozucu olabiliyor. Bazen de insan kendini çok şey sanıp, artık bir kitabı olduğuna göre, ilginç havalara bürünebiliyor.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
Kitabım ilk romanını yazan bir yazarın karakter yaratma telaşıyla başlıyor. Bu telaş bir döngü şeklinde yazarımızın yarattığı karaktere de bulaşıyor. Yazarımızın yarattığı karakter de yazmaya çalışan bir yazar adayı olarak karşımıza çıkıyor. Ve onun yaratmaya çalıştığı karakter de aynı sorundan mustarip biri olarak görünmeye başlıyor. Sonra üç kişilik bir senfoni başlıyor. Arka planda bir ülkenin gelgitleri en ön sırada kadın yazar adaylarından oluşan bir sıra ve kimi yerde sahneye girip çıkan oğlanlar. Oğlanların aşka bakışı, kadınların yaratma telaşı ve çocukların muzip eğlenceli halleriyle beraber roman birden hem gerçek hem de gerçek olamayacak kadar fantastik bir hal almaya başlıyor. Okumaya ve yazmaya düşkün olan dahi kadın karakterlerim bazen ağaçlarla konuşuyorlar, bazen kendileriyle, bazen de bir sistemin temel taşlarıyla kapışmaya başlıyorlar. Sorular, aşk, ayrılık, tutku sürekli bu döngünün içinde dönüp dururken karakterlerimin zor mevzuları sorgulamaya başladığına şahit olacak okur.
Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa, kısaca söz edebilir misiniz?
Uzun zamandan beridir aklımda olan şey biraz polisiye, biraz erotizm, biraz sorgulama içeren bir kitap yazmaktı. Açıkçası hep hazır hissetmediğimi düşünüyordum. Artık yayımlanmış bir kitabım olduğuna göre her şeyi yazabilirim. Az önceki cümleden hemen sonra biraz güldüm biraz da tedirgin oldum. Bu tedirginliği de içeren bir roman üzerinde çalışıyorum. Yazdığı için cezalandırılacağını düşünen, bunu düşündüğü için de daha çok yazan, ne de olsa öldürüleceğim bari sahici şeyler uğruna öleyim, diyip duran bir karakterle yatıp kalkıyorum bu ara. İlk kitabım sevdiğim kitaplara göz kırptı. Yeni dosyam sevdiğim filmlere, korkunç canavarlara, sokaklarda aniden karşımıza çıkacağını düşündüğümüz kötü oğlanlara göz kırsın istiyorum. Biraz gerginlik, biraz aşk, biraz da tutku için şarkılar dinliyorum bazen, bazen de sadece okuyorum.
Yazar adaylarına tavsiyeleriniz neler olur?
Henüz kendimi de bir yazar adayı olarak gördüğüm için bize ancak şunu söyleyebilirim: Sürekli okumalıyız. Okur okumaz değiştiğimizi göreceğiz. Sadece yazmak için değil, sokakları ve hayatı anlamak için de okumaya ihtiyacımız var. Okumak bir yazar adayının antrenmanıdır. Ne kadar iyi antrenman yaparsak o kadar çok yazabiliriz. Hayır, yazmak için okumak yetmez. Yazmak, henüz başında da olsam hastalıklı bir şey. Ya yazmaya bulaşıp her şeyi ihmal edecek ya da bulașmayacaksın. Keyifli olduğunu söyleyemem. Stresli ve daima tedirgin eden bir uğraş bence yazmak. Yazmak için hevesli olanların hayatları zordur. Örneğin büyük bir yalnızlığı ihtiyacı var yazarın. Ama bunların hepsi benim yazından ve yazardan anladığım şeyler olabilir. Okumak, sadece bunu önerebilirim.
edebiyathaber.net (27 Eylül 2021)