İlk kitap söyleşilerimizin bu haftaki konuğu Edebiyatist Yayınevi’nden çıkan “Ah” isimli kitabıyla Gonca Ataç.
“Çalışma masam notlarla, sesini duyurmak istediğim hayatlarla doludur.”
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplar hayatınıza nasıl girdi, “okur” olmaktan “yazar” olmaya giden yol nasıl başladı ve ilerledi?
Her şeyden önce ‘okur’um. Okumayı öğrendikten sonra hiç durmadım, hep okudum. Öğrenim hayatım fen kolunda ilerlediğinden ‘yazar’ olmak romantik bir hevesti ama aklımın bir köşesinden hiç eksilmedi. Örneğin, bir kafede önündeki kâğıda bir şeyler karalayan birini gördüğümde onun sıkıcı bir iş planı, borç-alacak listesi veya tatsız bir mektup yazıyor olabileceğini düşünmez, kesinlikle bir yazar olduğunu hayal ederdim. Ve çok da kıskanırdım. Bildim bileli yazdığım günlükler, kısa öyküler, manzumeler vardı ama disiplinli bir sürece oturmaları epey zaman aldı. Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri ile motivasyonum çoğaldı, yazmak hobi olmaktan çıkıp ansızın bütün eşyalarını toplayıp gelen kalıcı bir misafir gibi kafamın içine iyice yerleşti, aldığım beğenilerle de heyecanım artınca artık taşların yerine oturmuş olduğunu hissetmeye başladım.
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?
‘AH’ aslında çeşitli zamanlarda yazdığım öykülerin birbirlerinden bağımsız olmadıklarını keşfetmem ile doğdu. Temelleri ortak olunca kahramanlar tek bir öykünün içinde sınırlı kalamadılar, çoğunun hayatında gözlenen bir düğüm diğerlerinin hayat öykülerinde uzaktan uzaktan çözüldü, bir diğeri ile yollarının kesişmesi onların daha mutlu veya daha mutsuz olmalarını sağlamadı, sadece kişileri daha gerçek, daha görünür kılarak adeta ete kemiğe büründürdü.
Kitabı okuduğunuzda sizin duyacağınız his ve kahramanların başlarına gelenler karşısında ağızlarından çıkabilecek tek ortak ünlem olan ‘AH’ da kitaba ismini verdi.
Yazma ritüeli veya rutinine gelince, aklıma sözcükler gelmeye başlayınca hiçbir yerin önemi yok. Çoğu zaman bağımsız bir cümle gelir, durduk yere veya ben durduk yere olduğunu sanırım da o aslında kimbilir hangi duygudan süzülmüştür… Bazen de etrafımda gördüğüm bir olay, bir insan açar yeni bir dünyanın kapılarını… İşte bunlar geldi mi ister otobüste, ister bir kafede olayım hiç fark etmez, alırım kalemi elime… Belli başlı kafeler de vardır sıkça yazdığım, onun dışında çalışma masam notlarla, sesini duyurmak istediğim hayatlarla doludur.
Dosyayı bitirdikten sonra yayınevlerine ulaşma, başvuru ve dosyanın kabul edilmesi sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu süreçte yaşadığınız zorluklar olduysa bunları nasıl aştınız?
Yayınevlerinin yaklaşımlarını, dosya teslimi sonrası geçen süreçleri yıllardır duymuş, okumuş, hatmetmiş olduğumdan hiç o kulvarlarda ilerlemeyi düşünmedim. Kendime güvenmediğim için değil gerçekçi olduğum için böyle yaptım.
Dosyanın ayakları yere sağlam basmalıydı önce, benim göremediklerimi görecek profesyonel bir göze ihtiyacım vardı. Bunun için güvenebileceğim bir editör aradım. YazarEvi kurucu editörü Gazeteci-Yazar Can Gazalcı ile tanıştım. Dosyayı yaklaşık 1 yıl boyunca tekrar gözden geçirdik, eksikleri, fazlaları saptadık. Şanslıydım; hem sonuç içime sindi hem de bu süreçte çok şey öğrendim. Dosya tamamlanınca editörüm kitabın YazarEvi’nin beraber çalıştığı Edebiyatist’ten çıkmasını önerdi. Böylece kitap YazarEvi Özel Koleksiyonuna dahil edilerek Edebiyatist Yayınevi’nden çıktı.
“İlk Kitap” hem yazar hem de yayınevi açısından birlikte yeni bir yola çıkmanın heyecanını taşır. Siz “ilk kitap” olgusuna nasıl bakıyorsunuz?
Evet, ilk kitaplar hakkında çok şey duymuşumdur ben de hepimiz gibi. Kimi ünlü yazarların ilk kitaplarından duydukları pişmanlıktan çokça bahsedilir. Bazen de ilk kitabın ‘tek atımlık barut’ olma ihtimali vurgulanır, gerisinin gelip gelmeyeceğinden şüpheye düşülür.
Benim için de ilk kitap kuşkusuz önemliydi. Fazla tedirginlik hissetmedim. Sadece merak duydum. Okuyucular nasıl karşılar? Kahramanları benimserler mi? Saptamalara katılırlar mı? Sanırım çoğu yazar da bu endişeleri taşımıştır. İlk kitap sanki çok sevdiğiniz birini ailenize tanıştırmak gibi bir şey aynı zamanda. Siz onun her şeyine kefilsinizdir, ailenizin tavrı ne olacak merak edersiniz ama bu sizin ona olan sevginizi değiştirmez. İşte benim için de ilk kitap ile okuyucunun karşısına çıkmak böyle bir duygu, okuyucudan olumlu eleştiri alabilmek sevdiğiniz kişiyi ailenizin de kabul etmesiyle duyacağınız, işinizi kolaylaştıracak bir ferahlık gibi.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
‘AH’ kesişen hayatları getiriyor karşımıza. Sahne İstanbul. Bu hayatlar çoğumuzun bildiği ama bilmek istemediği, yolda görülse burun kıvrılan, kimi tedirginlik duyulan, özünde ‘rahatsız eden’ hatta konforumuzu bozan hayatlar… Sosyal medyada haberlerini görünce hızlıca geçtiğimiz, nadiren TV’de falan rastlarsak da ‘Of, içim sıkıldı, çevir şu kanalı!’ dediğimiz türden.
Dediğim gibi bir öykü kitabı ‘AH’. Ama aynı zamanda birbirleri içine dallanan öyküler bunlar. O yüzden kitap baştan sona doğru okunursa daha anlamlı olacaktır. Genelde öykü kitaplarını bir başından bir sonundan okuma alışkanlığımız olduğundan buna dikkat çekmek istedim.
Kısacası ‘AH’ hem duyulmasını istediğim koca bir feryat, hem de kitaptaki yaşamların içine girdiğimizde ağzımızdan çıkmasına mani olamadığımız bir ünlem… Kendi adıma tanık olduğum haksızlıklara karşı çıkarmak zorunda olduğum ve çıkarabildiğim yegâne sestir ‘AH’, borcumdur.
Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa, kısaca söz edebilir misiniz?
Cümleler çok, anlatmak istediklerim çok, öyküler su gibi, susmuyorlar iyi ki de öyleler fakat bir roman ile devam etmek istiyorum. Şu an birden fazla roman projesi var aklımda hatta masamda… Hangisi baskın çıkar zaman gösterecek.
Yazar adaylarına tavsiyeleriniz neler olur?
Tavsiye biraz ukalalık olacak biz buna paylaşım diyelim. Ustalarımız diyor ki ‘Şunu yazayım, bunu yazayım diye plan yapacağınıza yazın! Atlayın o denize!’ Ben de buna katılıyorum. Asla oto-sansür yapmadan, ne geliyorsa, nasıl geliyorsa öyle yazalım. Kimin ne diyeceğini düşünmeden. “Acaba yayınlanırsa satar mı? Para getirir mi?” demeden… Zaten manevi tatminin önüne geçecek bir para birimi yok bence. Bir de şu sözü çok severim; “İlham diye bir şey var ama geldiğinde sizi masanızda çalışırken bulmalı!”
edebiyathaber.net (9 Mayıs 2022)