İlk kitap söyleşilerimizin bu haftaki konuğu Bilgi Yayınevi’nden çıkan Kafka Oteli isimli romanıyla İlhan Deliktaş.
“Edebiyat yaşamın elinden kuvvetle tutmamızı sağlar.”
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplar hayatınıza nasıl girdi, “okur” olmaktan “yazar” olmaya giden yol nasıl başladı ve ilerledi?
Küçükken anne ve babamla bir aile dostumuzu ziyarete gitmiştik. Onlar terasta otururken ben de misafiri olduğumuz evin zengin kütüphanesinde zaman geçiriyordum. Terastan bağırışlar geldi. Okuduğum kitaba dalmıştım. Akdeniz’de bir batık araştırması hakkında bir şeydi. Annem odaya geldi. Boynundaki eşarbı çekerek eliyle derdest etti. Babam peşinden kapıda belirdi ve gidiyoruz dedi. Tartışmanın ne olduğunu ve sertliğini bilmiyordum ama kendimi o batığa kadar ulaşıp oksijen tüpündeki hava bitmek üzere olduğu için yüzeye çıkması gereken bir dalgıç gibi hissettim.
Bir daha o kitabı göremedim. Aile dostumuzla aramız düzeldiğinde (bir yıl sürdü küslük) kitaplıkta adını hatırlamadığım o kitabı aradım. İçimde bir sırra, gizli bir hazineye ulaşmak için sandık anahtarı arar gibi aradım. Aradan geçen 25 yıldan sonra dünyada bilinen tüm batıklar hakkında okudum. Belki de o sürtüşmenin duygusunu o batıkla birlikte derinlere gömmüş olmalıyım. Bu yüzden kitabı ve bahsi geçen batığı hatırlayamıyor olabilirim fakat emin olduğum, her kitabın insanı kaşif yaptığı.
Duyduğunuz sesler azalıyor, derin sulara dalıyor ve gerçek dünyanın kederinin size erişemeyeceği bir kabukla örtülüyorsunuz. Bazı anılar, yüzeyden size ulaşırken dalgaların gücüyle ufalıyor. Huzurlu bir uyku gibi geliyor, yaz gecesi esen meltem gibi.
İşte kitabın kapağının altındaki giz. Seni dünyadan koruyor, bilmekle ve bilmemekle koruyor. Hatıralardan oluşuruz. O gün bildiğim ve bilmediğim dünyayı birleştirmeye karar verdiğim ilk gündü.
“Kafka Oteli”nin ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?
Zihnimde bir fotoğraf belirdi. Şehir merkezinde arkadaşlarımla buluşmaya gidiyordum. Birlikte tiyatroya gidecektik. Cebimde taşıdığım küçük defteri ve dolmakalemi çıkarıp yazmaya başladım. Bir kenarda dikilip dakikalarca zihnimdeki fotoğrafın karanlık kısımlarına ilerleyerek, görüntüyü açarak yazdım. Buluşmaya geç kaldım. Bana epey söylendiler. Tiyatro salonunun önünde arkadaşlarıma bir işim olduğunu ve daha sonra anlatacağımı söyledim. Endişelenmemeleri ve altında bir gizem aramamaları için bir hikâye uydurdum. Onlar içeri girince en yakın parka gidip bankta oturdum ve aklımda parçaları birleşen hikâyeyi yazmaya başladım. Yazdıkça genişledi, dönüştü, gelişti.
Tam anlamıyla dingindim. Ne yapmam gerektiğini biliyordum. Her gün aynı saatte büyük bir sevinçle masama oturdum. Orada inşa ettiğim dünya içinde yaşadığımdan daha fazla ilgimi çekiyordu. Yazdığım dünyaya daha çok inanıyordum.
İnandığım yazarları okuyor ve dillerinin lezzetini, keskin zekalarının kanıtı olan kurmacalarına hayranlık duyarak tadıyordum. Yazdığım romanın bulunduğu katmanın, okuduğum bu kitaplarınkiyle yakınlığından etkileniyor, tehlikeli bir haz alıyordum. Tehlikeliydi çünkü bir yandan yazmak hakkında hemen her şeyi paylaştığım hocam Turgut Özakman başıma gelebilecek en fena şeyin Pygmalion etkisi olabileceğini hatırlatıp duruyordu. Yazdığım metne fazla bağlanmamalıydım. Gerektiğinde çöpe atabileceğim sayfalar için yazı emekçisi olmalıydım. Bu süre zarfında değiştim. Sosyal açıdan uyumsuz biri oldum. Her iki dünyada da dengeli biçimde var olmayı başarmanız gerekiyor. Kafka Oteli’ni yazdıktan sonra şehirde bir hayalet oldum.
Şimdi her gün daktilom, dolmakalemlerim, elektronik kitap okuyucum ve defterlerimle bazen evimdeki yazı odamda, bazen evimden çok uzak bir kahveci dükkanında oturup saatlerce yazıyorum. Elektronik daktilo kullanıyorum. Her gün aynı saatte aşağı yukarı aynı miktarda yazıyorum.
Kitabınızı ithaf ettiğiniz Turgut Özakman sizin yazarlık serüveninizde nasıl bir yerde duruyor?
Turgut Özakman, DTCF Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı’nda hocamdı. Öğretmen öğrenci ilişkimiz kendisi vefat edene kadar sürdü. Cep telefonundan arayıp doğrudan ulaşabildiğim halde asistanını arayıp randevu alır ve çalışma düzenini bölmeyeceğim biçimde haftalık periyodlarla görüşürdüm. Bu inceliğimi görüp “bizim zamanımızda yaşasan iyi arkadaş olurduk” demişti. Çalışan insanlar için zaman değerlidir. Kendimizinkini nasıl harcayacağımız bize kalmış ama Özakman gibi bir yazarın zamanını alacaksam buna değmeliydi. Öğretmen öğrenci ilişkimiz içinde kendisinin tiyatro yazınımız ve geleneğimizin içindeki konumunun sağladığı tüm bilgi ve tecrübeyi hiçbir şeyi kendisine saklamayarak aktarması dikkate değerdi.
Benim roman sanatına ve özellikle yabancı yazına duyduğum ilgiden memnundu. Musahipzade Celal’den söz ederken Faulkner’a, Hawthorne’dan Ballard’a, futboldan B17 uçaklarının makinalı tüfek operatörlerine kadar her şeyden özgürce söz edip bunların anlatıldığı evrene övgüler düzerdik. Yaşadığı sağlık sorunları yüzünden uyduğu diyetin benim yeme içme alışkanlıklarımı kısıtlamaması için çabalardı. Tam bir nezaket adamıydı. Kalemlere ve defterlere duyduğum saplantılı tutkuyu etkileyici bulurdu. Bazen yetiştirdiği öğrencileri yahut çağdaşı yazarlar hakkında da konuşurduk. Asla kişiselleştirmez ancak mesleki kaidelerin bozulduğu metinleri gördükçe verip veriştirirdi.
Kitabımı kendisine ithaf ettim. Özakman adı, Şu Çılgın Türkler’in gölgesinde kaldığından ve kitap politize edildiğinden yayıncılık dünyasında büyük bir riskti bu. Kabul gördüğümün elli katı yerden yalnızca hocaya duyulan politik nefretin etkisiyle görmezden gelindim. Politik doğruculuk yaparken basit etik ölçüleri kendine göre yontan bir tiyatro, yayıncılık ve sanat ortamının neticesi…
Dosyayı bitirdikten sonra yayınevlerine ulaşma, başvuru ve dosyanın kabul edilmesi sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu süreçte yaşadığınız zorluklar olduysa bunları nasıl aştınız?
Dosyayı bitirdikten bir yıl sonra onu bir yayınevine gösterecek cesareti bulabildim. Turgut Hoca’nın Bilgi Yayınevi ile ilişkisi vardı. Hem rahmetli Ahmet Tevfik Küflü ile eski arkadaşlıkları, hem Attila İlhan ile bağları sebebiyle hoca Bilgi Yayınevi’nin arkasındaki zekalardan biriydi. Üstelik Turgut Hoca’nın sağlığında vermiş olduğu bir referans mektubum da vardı. Normal şartlarda referans mektupları kapalı zarfta verilir ve mektubu açacak olan muhatap dışında kimse içinde yazılanları görmez. Hoca bana açık zarfta bir mektup verip bunu çoğaltıp kullanabileceğimi söylemişti.
Yayınevine yaptığım başvuruda mektup da yer alıyordu ama yayınevinin yöneticisi “Kimin referansına sahip olduğunuz yahut kimin öğrencisi olduğunuz burada önemsizdir.” dedi. “Dosyanız gerekli kriterleri sağlıyorsa yayımlanır, aksi halde yapabileceğimiz hiçbir şey yok.”
DTCF’de yazarlık derslerinde hem Özakman’ın hem de Sıtkı Tekmen’in sık söylediği cümle aklıma geldi; “Yazarlık yalnızlık sanatıdır.”
Hem herkes hayata karışırken bir odadan çıkmadan günlerinizi geçirmeniz hem de sonunda yalnızca o yazıya döktüğünüz hayal ve sizin kalmanız yüzünden bu söz doğruluğunu hep gösterdi.
İlk kitap hem yazar hem yayınevi açısından birlikte yeni bir yola çıkmaktır. Bazı yazarların en önemli eserleri ilk kitapları olmuştur. Siz “ilk kitap” olgusuna nasıl bakıyorsunuz?
İlk kitap bir yazarın istikametini ve potansiyelini göstermesi bakımından kıymetlidir. Benim için de öyle. Çok daha iyisini yapabilirim. Geri dönüp baktığımda kişisel tarihimde böyle bir metin yazmış ve yayımlanmış olmak mutluluk verici. İlk kitap, yazarın mezar taşıdır. Kendiminkini yazdım. Kafka Oteli’ni yazmış insan olarak yaşayıp öleceğim.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
Büyülü gerçekçilik türünde bir roman. Baş kişisinin adı K. Yalan söylemek, kumar, şans ve kader konularını işleyen, şehirli olmak hakkında bir kitap. Amerikalıların Newyorker dediği şeyin Ankara karşılığı. Romanın Kafka ile ilgisi yok. Sadece atmosferi Kafkaesk. Okuyan kişiyi daha önce olduğu kişiden bir adım öteye taşıyacak bir metin. Yazarken öğrendiklerim beni taşıdı. Henry Miller’ın ahlaksızlığını (!), J. Graham Ballard’ın erotizmini, ölümün karşısında yaşamın içten, doğrudan ve katışıksız savunusunu severim. Bana göre edebiyat yaşamın elinden kuvvetle tutmamızı sağlar. Bunu yapabilen metinleri sever, geri kalan çer çöpe acıyarak bakarım. Kafka Oteli yaşayan bir roman.
Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa, kısaca söz edebilir misiniz?
Yeni bir roman yazdım ancak yayımlatmak için kendimi hazır hissetmiyorum. Kafka Oteli’nin yapabileceği şeyler var. Bir süre daha bunu izleyeceğim.
Bunun dışında yakınlarda tamamladığım uzun metraj sinema filmi var. Belki seyircinin ilgisini yelkenimi dolduran rüzgar gibi kullanabilirim.
Yazar adaylarına tavsiyeleriniz neler olur?
Yazar adaylarına tavsiyem Hemingway gibi yazamıyorlarsa yazmayı şimdi bırakmaları. Yazdıklarınıza güvenin, küstahça olmayan bir özgüvene kavuşun. Yazarlık hakkında tüm tavsiyeleri okuyabilirsiniz ama sahiden sizi sarsan edebiyatın büyük isimlerini bir öğretmen bellemek, hiç kanlı canlı görmediğiniz birinin tedrisatından geçmek demek. Klişe tavsiyeler vermek istemem ama bildiğim ve doğruluğuna inandığım yöntem kütüphanelere inanmak, kütüphanelerin dervişi olmak. Bu işin önemli kısmı zanaat. Her gün aynı masaya, ödenecek faturalar, alışveriş listeleri, yalnızlık, değersizlik hissi, sağlık sorunlarına rağmen oturan kişi yazar olur. Başınızdaki damı kaybetme endişeniz varken bile oturup yazıyorsanız ve bu yazdıklarınız iyi bir okurun zihninden geliyorsa değerini bulur.
Kaygıyla başa çıkamayan kişi yazamaz. Yazdıklarınızın sizi kırmızı halıda yürürken suratında flaşlar patlayan kişilere dönüştürmek gibi bir zorunluluğu yok. Yazar kişi beklemekle, duygusal tatmin arayışıyla vakit harcamaz ve çalışır. Dünya ne durumda olursa olsun çalışmak için sebebiniz kendinize olan inancınızsa, bir okurunuz burada hazır.
edebiyathaber.net (23 Ocak 2022)