“İlk Kitap” adını verdiğimiz bir söyleşi dizisine başlıyoruz. Bu dizide ilk kitabı basılmış yazarlarla söyleşilere yer vereceğiz. Bu haftanın konuğu Bilgi Yayınevi etiketiyle çıkan Göklerden Gelen Umut isimli kitabıyla Kemal Sinan Özmen.
“Bizi bekleyen olası geleceği kaleme aldım”
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplar hayatınıza nasıl girdi, “okur” olmaktan “yazar” olmaya giden yol nasıl başladı?
Elbette. 1977 yılında Muş’ta doğdum. Gazi Üniversitesi, İngilizce Öğretmenliği programında öğretim üyesi olarak çalışıyorum. Evliyim ve iki oğlum var. Yirmi beş yılı aşkın bir süredir Ankara’da yaşıyorum.
Kitaplarla ilk babamın kitabevinde tanıştık. Küçük bir şehirde bir kitabevinde büyüdüm ve ister istemez çocukluğum ve gençliğim kitapların arasında geçti. Akabinde üniversite yıllarında, oldukça yaratıcı insanlarla dolu bir tiyatro topluluğunda yer aldım. Bu dönemde daha derinlemesine okuma fırsatını yakaladım ve okuduklarımı tartışabileceğim yetkin insanlarla bir arada olmak büyük şanstı. Sanırım üniversite eğitimimin en önemli kısmı bu edebiyat ve sanat dolu çevrede gerçekleşti. Sanat ve estetik algısını, edebi, görsel ve işitsel ifade biçimlerini bu süreçte temrin ettim. Okurluktan yazarlığa geçiş ise bir arayışın sonucuydu. İnsan yirmili yaşlarının bir yerinde yaşamın kurallarına karşı direnmek, mücadele etmek ve böylece her dem genç kalabilmek ile bu kuralları kabul etmek, düzeni içine sindirmek ve dolayısıyla sinmek arasında bir tercihte bulunuyor; en azından benim bu tercihi yaptığım dönem yirmili yaşlarımın başlarına denk geldi. Bu anlamda benim açımdan yazmak ve yazarlık dünyanın kurallarını, ülkenin dinamiklerini kabullenmemek ve daha insani bir yaşamın mümkün olabileceği inancıyla eylemde olmak, sürekli mücadele etmek demektir. Meslek olarak akademisyenliği seçmemin altında da öğretmen eğitimi alanında uzmanlaşmamın da ve nihayetinde tüm bu enstrümanların en güçlüsü olarak gördüğüm yazarlığın temelinde de bu güdü yatıyor. Özetle Ahmed Arif’in Anadolu şiirinde dediği gibi “Karnımda sözüm var haldan bilene”.
Kitabınızın öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?
Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan ilk romanım “Göklerden Gelen Umut”, Döngü – Bir İnsanlık Üçlemesi isimli çalışmanın ilk kitabıdır. Döngü Üçlemesi’nin içerdiği birçok çatışma temelde tek bir üst argümana odaklanıyor: insanoğlunu evrensel ölçekte anlamak ve tanımlayabilmek. Çağlar boyunca farklı normlar ve bunlara bağlı normaller yaratmışız; inanç sistemleri, kültürel ve sosyal değerler, gerçeklik algımız, nihayetinde yaptığımız insan ve insanlık tanımları hızla değişmiş ve değişmeye de devam ediyor. Romandaki çabam ise bu ekstrem ve değişken düşünsel sistemleri yöneten yazılımı, yani insanın ruhunu incelemekti. Üçlemenin adı Döngü, çünkü bu kavram romanın içinde iki farklı şekilde tanımlanıyor. Biri doğa veya kâinatın yaşam döngüsüne dairdir. Diğeri ise daha kurgusal bir kavram olarak evrenin bilinci anlamındadır ve kendi kaynağına akarak kendini sürekli bir biçimde besleyen var oluş döngüsüne gönderme yapıyor. Üçlemeyi oluşturan kitapların isimleri ise romanların ana öykülerini özetliyor. Birinci romanda göklerden gelen bir umuda dair bir öykü okurken, ikinci romanda kendimizi “Kutlu Kanatlar Altında” buluyoruz ve üçüncü roman ise “Yuvada Yeşeren Yaşam”a ve tüm bu döngünün nasıl tamamlandığına ve sıfırlandığına şahit oluyoruz.
Böylesine hacimli bir çalışmayı yazmak uzun bir ön hazırlık aşaması gerektirdi. Onlarca karakter, yüzlerce mekân, aynı anda akan ve birbiriyle bağlı olan yan öyküler ve yeni diller çok özenli bir planlamayı kaçınılmaz kılıyordu. İlk bölümün ilk cümlesini yazmadan önce üçlemenin tüm ana öyküsünü, temel bölümlerini ve alt bölümlerini bir yıla yakın bir süre çalıştım.
Yazma süreciyse aslında biraz da akademik kariyerimle doğru orantılı gelişti. Mesleki anlamda kendim için biraz vakit bulabildiğim an Döngü Üçlemesi’ni yazmaya başladım. Bir iş olarak roman yazmak ara vermeyi, dinlenmeyi, haftalar sürebilecek uzun molaları kabul etmiyor. Ya romanın içindesinizdir ve onu inşa ediyorsunuzdur veya yazdığınız roman sizi zaten dışlar ve bir süre sonra kitabı yazamaz hale gelirsiniz. Dolayısıyla en büyük rutinim sürekli yazmak ve çalışmaktır. Ayrıca kendimce yazarlığı iki aşamaya ayırıyorum: yaratıcılık ve işçilik. Yaratıcılık aşamasında önemli olan estetik değeri yüksek bir deyişle yaşamlar oluşturmaktır. Bu aşamada virgülleri, tek tük kelime tekrarlarını ve düşük cümleleri önemsemezsiniz. İşçilik aşamasında ise geri döner, dikkatle ve defalarca yazdıklarınızı okur ve sürekli bir biçimde ince işlerle uğraşırsınız. Nazım’ın deyimiyle “Kuyumcu merakıyla işlersiniz kafiyeyi”. Bu çalışma esası beraberinde şöyle bir rutini de zorunlu kılıyor; yaratıcılık ve işçilik aşamasını sarmal bir biçimde sürdürmek gerekir. Üç gün yaratıcılıkla uğraştınız mı sonraki gün biraz işçilik yapmak, frene basmak, yazılanları demlenmeye bırakmak gerekir.
Ritüel anlamında ise herhangi bir duygusal hazırlık aşamasına, tetikleyici bir alışkanlığa veya daha iyi yazmamı sağlayacak çeşitli güdüleyicilere pek ihtiyaç duymuyorum. İlham gelmesi gibi hallere de inanmıyorum. Tüm teknik boyutundan öte yazarlık öncelikle bir duygu ve düşünce durumudur. Yazıyorsunuzdur veya yazmıyorsunuzdur, bu kadar basit. Genel kanının aksine yazmak sadece masa başında olmaz. Gün içinde aklınızda bir cümleyle sürekli bir biçimde uğraşırsınız, kulak misafiri olduğunuz bir diyalogda işinize yarayacak bir ifade bulabilirsiniz ve romanın öyküsünde sizi zorlayan bir aşamayı yolda yürürken çözmeye çalışırsınız. Yazmadan geçen her gününüzün de akıl almaz bir israf olduğunu bilirsiniz.
Dosyayı bitirdikten sonra yayınevlerine ulaşma, başvuru ve dosyanın kabul edilmesi sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu süreçte yaşadığınız zorluklar olduysa bunları nasıl aştınız?
Açıkçası dosyayı tamamladığımda işin en zor kısmının romanları yayımlatma aşaması olduğunu bilmiyordum. Doğru yayınevini bulmak, kendini ve dosyayı etkili bir biçimde anlatabilmek yazar adayları için meşakkatli bir süreç. Öte yandan ülkemizde yüzlerce yayınevi olsa da kaliteli edebiyat eserleri yayımlayan yayınevleri bellidir. Bu anlamda içinde Bilgi Yayınevi’nin de olduğu çemberi daraltmak benim için zor olmadı. Ne var ki asıl zorluk çalışmak istediğim yayınevleriyle iletişime geçmek ve süreci sabırla yönetmekti. Ülkemizde edebiyat yayıncılığı hiçbir zaman ve hiçbir anlamda ferah bir iklime sahip olmadı, fakat son dönemlerde yayıncılığın mücadele ettiği cephe sayısı da eskiden bu kadar çok değildi. Kâğıt krizine ve döviz kuru artışına tuz biber olan uzun salgın süreci yayınevlerini bir hayli zorladı. Benim de yayınevleriyle iletişim kurmaya çalıştığım süreç bu döneme denk geldi. Görüştüğüm birçok yayınevi ya yıllık programını tamamlamıştı veya tanınmayan bir yazar adayının bin beş yüz sayfaya yakın üçlemesini yayımlamak istemiyordu. Bu zor süreci aşmanın tek yolu sabırlı olmak ve beklemeyi bilmek diye düşünüyorum. Dolayısıyla Bilgi Yayınevi’nin dosyama olumlu yanıt vermesi benim için dönüm noktası oldu.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
Döngü Üçlemesi’nin ilk kitabı “Göklerden Gelen Umut”, gerçek yaşamı sadece bir geçiş süreci olarak algılayan insanların, Dünya’yı birebir modelleyen bir simülasyon olan Eternium isimli donanımlara bilinç algoritmalarını yükletebilmek için canla başla çalıştığı, bireylerin ömürlerini Eternium banka kredileri ödeyerek geçirdiği 2177 yılında başlıyor. Sonsuza dek yaşamanın mümkün olduğu Eternium’a yüklenebilmenin bir diğer bedeli de insanların düzene boyun eğerek kazanabildiği Uyumlu ve Katılımcı Vatandaşlık Puanı’dır. Dolayısıyla Eternium’a sadece para sahibi ve Konfederasyon yasalarıyla barışık olan insanlar kabul edilir. Dünya vatandaşlığı hayaliyle oluşturulan Konfederasyon’un sonradan güçlü şirketlerin eline geçmesi ve bu sürecin yarattığı toplumsal kriz, bu yılların genel atmosferini oluşturuyor. Aslında günümüzün kudurmuş kapitalizminin bu şekilde devam etmesi halinde bizi bekleyen olası geleceği kaleme aldım. İlk romanda, bir dizi akıl almaz felaketin ardından bir araya gelip cesurca davranabilen insanların mücadelesine şahit oluyoruz. İşgal edilmiş bir dünyanın külleri arasından doğrulup insanlara yol göstermeye çalışan bu insanların peşi sıra uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkacağız. Dost ve düşman medeniyetlerle iletişime girdikçe kendi kültürel kimliğini sorgulayan insanlar, dünyayı ve insanı evrensel bir ölçekte değerlendirme imkânı bulurlar. İlk romanda, tüm bu sürecin ilk beş ayına şahit oluyoruz.
Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa, kısaca söz edebilir misiniz?
Epey bir zaman önce “Evrenin Eşiğinde” isimli bir roman bitirdim ve yayımlanmak için sırasını bekliyor. Yine döngü evrenine dair olan bu roman, okuru 2175 yılına götürerek özellikle sıradan insanların günlük yaşamına ve çatışmalarına odaklanıyor. Bu romanın iki ana karakteri olan Tuna ve Esra ise halen yazmakta olduğum ve döngü evreninin son kitabı olacak Denge isimli romanda üçlemenin karakterleriyle buluşuyor. Denge romanı, döngü evrenine dair yapmak istediğim son işleri, ele almak istediğim kavramları ve düşünsel unsurları içeren bir roman olarak tasarlandı. Denge tamamlandıktan sonra sırasıyla, 1980 ihtilalinin aile içi iletişimi nasıl dönüştürdüğüne dair bir roman olan “Babamın Sandığı” isimli çalışmaya başlayacağım. Ondan sonra da iki aşık ağacın ve bir ulak kuşun öyküsünü ele alan “Irak Ağaçlar Ağıtı” ve bir anlamda bu kitabın devamı olacak “Işığın Gölgesi” isimli kısa romanları yazacağım. Önümdeki üç yılın planı bu şekildedir.
Yazar adaylarına tavsiyeleriniz neler olur?
Yazarlar öncelikle iyi okurlardır. Sürekli ve yoğun okuma yapmadan dişe dokunur metinler üretebilmenin mümkün olduğuna inanmıyorum. Mozart ilk eserlerini daha çocukken vermişti, fakat büyük yazarların önemli eserlerini belirli bir yaştan sonra yaratabildiğini görüyoruz. O halde yazarlık, sadece üst düzey dil yeterlikleri, yüksek sanat ve estetik algısı ve sınırsız yaratıcılıktan ibaret değil; düşünsel olgunlaşma, derin bir iç dünya yaratma, dünyayı anlama ve anlamlandırma ihtiyacını da gerektiriyor. Bu da çoğunlukla okumayla gelecek bir yeterliktir. Diğer yandan nasıl ki konservatuvarda piyano tüm branşlar için zorunlu müzik aletidir, bence yazarlık için de şiir öyledir. Derinlemesine ve özenle şiir okumak, hemen yayımlama derdine düşmeden şiir çalışmak yazar adayına kelimelerin ve sözün kişiliğini öğretir. Özellikle çokça şiir çalışmalarını, büyük şairleri iyi incelemelerini ve ciddi edebiyat dergilerini takip ederek çağdaş şairleri iyi analiz etmelerini tavsiye ederim.
Roman ve öykü yazarken ön hazırlık yapmanın kalite belirleyicisi olduğu da bir gerçektir. Bu süreyi ne kadar uzatırlarsa yaratıcılık ve kurgu anlamında o kadar başarılı olacaklarını da vurgulamak isterim. Son olarak biten çalışmalarının aslında tam olarak bitmediğini, defalarca okumadan ve sabırla düzeltmeden yayınevlerine dosya göndermemelerini öneririm. Kitap ne kadar güçlü bir öyküye sahip olursa olsun, karakterler, kurgu ve romanın diğer katmanları ne denli akıllıca tasarlanmış olursa olsun, dil ve deyiş işçiliğinden nasibini almayan kitap dosyalarının kabul edilme şansı oldukça düşüktür.
Bu sohbet için size teşekkür ediyorum.
edebiyathaber.net (21 Haziran 2021)