Söyleşilerimizin bu haftaki konuğu çevirmenlik, editörlük gibi işlerle uzun süredir yayıncılık dünyasının içinde olan ve Tepemizdeki Gölge isimli ilk kitabı Alfa Yayınları’ndan çıkan N. Can Kantarcı.
“Tepemizdeki Gölge bir gündelik yaşam bilimkurgusu”
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplar hayatınıza nasıl girdi, “okur” olmaktan “yazar” olmaya giden yol nasıl başladı ve ilerledi?
Çaycuma, Zonguldaklıyım. 1981 doğumluyum, yani artık 40 yaşındayım sanırım resmi olarak. Bir sanat kurumunda tam zamanlı editörlük yapıyor, bir yandan da edebi çevirmenlik ve yazarlıkla uğraşıyorum. Kitapların hayatımda olmadığı bir an hatırlamıyorum desem daha doğru olur sanırım. Okumak hayatta yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biri, belki de birincisi. Masa tenisi oynamak dışında! Ancak okur olmaktan yazar olmaya geçişim, memnun olmadığım bir üniversitenin dehlizimsi amfilerinde hayatta ne yapacağıma karar vermekten kaçınırken, bir arkadaşımın tavsiyesiyle çeviriye yönelmemle başladı.
2000’li yılların başında Ayrıntı Yayınları’na çeviri yapmaya başlayarak okurluktan yazarlığa değil de, okurluktan çevirmenliğe geçişim devreye girdi başta. Ayrıntı’ya başta yeraltı edebiyatı, sonra Philip Roth gibi – bu ayrım niyeyse – “edebiyat” edebiyat örnekleri çevirdim. Daha sonra Sel’e Nick Hornby, Ayrıntı’ya Jack Kerouac, İthaki’ye ve YKY’ye Alan Moore gibi yazarların yapıtlarını çevirdim. En son, George Orwell’in Hayvan Çiftliği çevirim yayımlandı.
Yazarlığa geçiş ise senaristlik üzerinden oldu. Önceden çevirmen olarak da çalıştığım arkadaşım yönetmen Ramin Matin, üçüncü uzun metraj filmi için beraber çalışma teklifinde bulununca, uzun soluklu uzun metraj senaryo yazma çalışmalarım da başlamış oldu. Senaryo yazımını öğrenmenin daha sonra romanımı yazarken ne kadar faydalı olduğunu anlatmak kolay değil. Ekonomik olmak, hızlı bir tempo tutturmak, okurun ilgisini kaybetmemek gibi unsurları, Son Çıkış adını alan, dünya prömiyerini Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde 2018 yılında yapan, yurtiçi ve yurtdışı pek çok festivalde gösterilen filmimizin senaryosunu yazarken öğrendim. Bu meşakkatli süreç, daha sonra romanımı yazmaya kalktığımda bana büyük cesaret verdi.
“İlk Kitap” kavramı acemiliklerin olduğu bir ilk girişim algısını akla getirir ama öyle ilk kitaplar vardır ki aynı zamanda o yazarların en etkili kitaplarıdır. Siz yazarlıkla birlikte editörlük, çevirmenlik de yapan, yayın dünyasının içinden biri olarak “ilk kitap” olgusuna nasıl bakıyorsunuz?
Tespitinize katılmamak elde değil: Bülbülü Öldürmek, Çavdar Tarlasında Çocuklar, Yüzyıllık Yalnızlık, Hobbit, Carrie, Beyaz Dişler; hepsi muazzam birer ilk roman.
Kendi açımdan, çocuksu bir heyecanla bakıyorum elbette bu duruma. Kendi ilk romanım şu yukarıda yazdığım isimlerin yapıtlarının kapaklarından hediye edilmek için heyecanla yırtılmış fiyat etiketinin yapışkanlı izi kadar bile olamaz. Ama nasıl o iz bir şekilde kalır, insanın gözünden çıkmazsa; benim ilk romanımı okumuş insanların da Tepemizdeki Gölge’yi bir şekilde aklında, gönlünde hatasıyla sevabıyla, yer yer rahatsız edebilecek argosuyla ve uzunluğuyla ama her şeyden öte eğlencesiyle hatırlayacağını, en azından gözlerine – sevgiyle – batmasına ses çıkarmayacaklarını umuyorum.
Kendi dışıma çıkacak olursam, hararetle tavsiye edilen bir ilk romanı ya da bir ilk kitabı okumak her zaman çok büyük keyif. Bir arkadaşın, eşin dostun aracılığıyla tanışılan yeni bir yazarın taze üslubuyla karşılaşmaktan ya da çok sevilen bir yazarın bir türlü el değmeyen o ilk işini okumaktan bitmesini hiç istemediğim bir zevk alıyorum.
“Tepemizdeki Gölge” kitabının ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?
Tepemizdeki Gölge, minicik de olsa bir sınır, bir yönlendirici atanmayan bir teknolojinin bir anda ve/veya kademe kademe nasıl yoldan çıkabileceği üstüne düşünmeyi durduramamamla başladı. Gitgide, teknolojinin yan etkilerinin ya da uzun vadeli sonuçlarının neler olabileceği üzerine kafa yormamanın bu coğrafyada olma ihtimalinin çok yüksek olduğunu gördüm kendimce. Ve Türkiye’ye dair bir şaşkınlıklar silsileli bilimkurgu düşünmeye başlar oldum.
Bu aks bir yandan kendini yavaş yavaş kurarken, diğer taraftan ilgimi çeken konu da, yazar olmakla bozmuş bir adamın; kendi eril diline saplanmış ve bunun içinden hiç de çıkmak istemeyen, bazı açılardan muazzam bir ergenlikte kalakalmış ama her nasılsa yazma eylemini ölesiye romantize eden bir adamın o farklı halleri, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılığı ve genel etrafında olan bitenlere ilgisizliğiydi.
Ardından, bu sınırsız teknolojiye öyle ya da böyle bir karakter vermeyi başaracak olur ve bu ortaya çıkan karakteri bizim yazaroğlan Mehmet Kunduracı ile çarpıştıracak olursam ne olur diye düşündüm. Yazarlığın hülyalarına dalmış bu arkadaşın baba mesleği kunduracılık olunca da, olaylar gelişti ister istemez.
Yazarken herhangi bir ritüelden ziyade, her gün azıcık da olsa artık ne üzerine çalışıyorsam 15 dakika olsa bile onun üzerine bir not almaya çalışıyorum. Onun dışında, ideal olarak hafta içi her gün sabah erken 1.5 saatlik kesintisiz bir çalışma düzeni yapmaya çalışırım. Şu anda uğraştığım zorlu çevirilerden dolayı her zaman bu sürelere erişemesem de, önemli olan ikinci projenin közünün azıcık da olsa ısı ve ışık vermeye devam etmesi. Şimdilik bunu becerdim çok şükür. Darısı bundan sonrasına.
Dosyayı bitirdikten sonra yayınevlerine ulaşma, başvuru ve dosyanın kabul edilmesi sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu süreçte yaşadığınız zorluklar olduysa bunları nasıl aştınız?
2017 boyunca, Doğal Aptallık adıyla 100 bin kelimelik bir roman olarak yazıldı Mehmet Kunduracı’nın hikâyesi. İçime sinen, sinmeyen yerleri, sonlarındaki doğru düzgün toparlanamama halleri yüzünden büyük oranda yeniden yazılması gerektiğini hissediyordum.
2018’de sıfırdan yeniden yazmaya başladım ve bu sefer Kunduracı’nın yediği o büyük nanenin tepemizde bir gölge olduğu çok daha net ortaya çıkmaya başladı. Orada bir gölge vardı ve gitmiyordu. İlk romandan neredeyse sadece 1000-1500 kelime alarak, 175 bin kelimelik bu ikinci metin çıktı. Daha sonra sanırım yaklaşık bir 10-15 bin kelime kısalttım, sırayla birkaç yayınevine gönderdim ve ALFA’nın o dönemki Türkçe edebiyat editörü Seçkin Erdi’nin karşılaşması, metne duyduğu güven ve bana verdiği destek ile, Tepemizdeki Gölge basıldı ve okurlarına kavuştu.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
Sanırım 3. soruda kitaptan ister istemez bahsetmiş oldum. Ama burada kısaca belki şunları söyleyebilirim: Tepemizdeki Gölge, bilimkurguymuş gibi yapan bir roman da olabilir, direkt bir bilimkurgu romanı da. Bilimkurgudan ne beklediğinize bağlı biraz da bu.
“Gündelik yaşam bilimkurgusu” editörümün bulduğu ve hakikaten de Tepemizdeki Gölge’nin özünü olabildiğince yansıtan bir tanım bence. Bilimkurgunun bir anda büyük örgütlenmeler ve teknolojilerle değil de, kademe kademe, çatlaklardan, incecik kırıklardan ığıl ığıl sızarak içimize karıştığı bir dünya ihtimalinin, şaşkın, sersem sepelek bir karakter üzerinden anlatıldığı, aslında bir erkek hakkındaymış gibi görünse de, sonuna kadar bir kadın hikayesi de olan, eğlenceli, farklı bir metin diyebilirim kendisi için.
Ha, şunu ekleyeyim: uzun bir roman. Uzun olmakla beraber, rahat okunan bir roman. Daha kısa olabilir miydi? Bunun cevabı ikinci romanda.
Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa, kısaca söz edebilir misiniz?
Şu anda iki çeviri ile uğraşıyorum. Bir tanesi, İthaki’ye, William Gibson’ın Neuromancer’ı. Diğeri ise ALFA’ya, David Foster Wallace’ın Infinite Jest’i. Neuromancer’ı anlatmaya pek gerek yok sanırım. Ya da zamanı geldiğinde başka bir şekilde onu da konuşuruz belki. Ancak Infinite Jest’in yolu daha çok uzun. Zira oldukça zorlu, üslup olarak amansız bir değişim gösteren, sadece beyninizin değil vücudunuzun pek çok organının kıvrımlarında ütülenme ihtiyacı doğurabilecek kadar kendine has bir roman.
Bir uzun metraj film senaryosu üzerine çalışıyorum fırsatım oldukça. Ancak belli bir yapımcısı vs. yok. Kendim için yazıyorum. Birisinin ilgisini çekerse, belki o zaman onun da gideceği yön daha bir netleşir.
Yine daha uzun vadede olmak üzere ise ikinci roman var tabii. Bilimkurgu olacak gibi yine. Ama yine Tepemizdeki Gölge ekolü, en azından benim buralarda görmeye pek alışık olmadığım türden – yok demiyorum – bir metin olacağını umuyorum. Nasıl bir şey ortaya çıkacak, göreceğiz.
Yazar adaylarına tavsiyeleriniz neler olur?
İşin romantik kısmını olabildiğince rasyonalite kapsülleri içinde koyarak, kontrollü bir kaos ortamı sağlayarak – tıpkı Profesör Xavier’in X-Man’lerini eğittiği tehlike odası gibi – çalışmalarını tavsiye ederim yazardan ziyade artık net orta yaş klasmanında olan bir insan olarak.
Zira her ne kadar işin Diyonizyak kısmı bize esin, yaratıcılık, kontrol edilemezlik gibi şeyleri getirmesinden ötürü çok iç gıcıklayıcı olsa da, bütün o kontrolsüzlüğün de bir formata oturtabilmesi için işin Apollonik kısmının da bir o kadar desteklenmesi gerekiyor.
Doğrudan, hemen bir sonuç beklemeden tatlı tatlı, düzenle çalışmak, ister bir roman için olsun ister bir proje ya da sevdiğiniz bir insanla çıkacak bir tatile yönelik biriktirilen para için; her türlü çok keyifli bir şey. Çalışmanın keyfine varmalarını tavsiye ederim. Bir de, çalıştıktan sonra kafalarını dağıtmalarını ki o sırada yazdıkları şey demlensin, metinlerine mesafe kazanabilsinler ve sonra da o metne daha sağlıklı bir şekilde yaklaşabilsinler.
edebiyathaber.net (30 Ağustos 2021)