İlk Kitap söyleşilerimizin bu haftaki konuğu Everest Yayınları’ndan çıkan Gör İhtarı isimli kitabıyla Nisan Erdem.
“Bir güzelliği görmek ve onu insanlara göstermek, işte bu benim işimdi.”
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplar hayatınıza nasıl girdi, “okur” olmaktan “yazar” olmaya giden yol nasıl başladı ve ilerledi?
Temmuz doğumlu bir Nisan’ım. Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümünden mezunum. Şu anda Boğaziçi’nde Yeni Türk Dili ve Edebiyatı alanında master yapıyorum.
Kitaplar kendimi bildim bileli hayatımdaydı çünkü kocaman kütüphanesi olan bir evde büyüdüm. Henüz okuma yazma bilmezken kitapların kütüphanedeki görünüşleri, renkleri, kapakları dikkatimi çekerdi. Annemle babam bana masal anlatır, okurlardı. İlkokula başladığımda Pertev Naili Boratav’ın, Naki Tezel’in, Hasan Lâtif Sarıyüce’nin derlediği, yazdığı masallara, “Her Güne Bir Masal” sayesinde dünya masallarına, La Fontaine, Andersen, Grimm Kardeşler’e ve daha pek çoğuna vakıftım. Bana okunan kitapları artık kendim okuyacağım için çok heyecanlı ve mutluydum. Kitapların başından tüm gün boyunca hiç kalkmadığım olurdu. Ancak okumak bana yetmedi, kendim de bir şeyler karalamaya başladım. Bir nevi yazarlık oyunu oynuyordum diyebilirim. İlkokul defterlerim karaladığım şiir ve öykülerle, yanlarına yaptığım resimlerle dolu. Bazen onları açar, gülümserim.
Yazarlık oyunum okurluğum kadar istikrarlı olmadı. Ortaokul yıllarında içinde bulunduğum sınav sistemi yazmamı -ve aynı zamanda resim yeteneğimi- köreltti. Sürekli test çözmem beklenilen zamanların bir kısmını okumaya ayırıyordum ve artık yazmak için hiç zamanım yoktu. Lise yıllarımda da çok yazmadım zira bu kez de YGS-LYS sisteminden artakalan vakitlerde okumaya çalışıyordum. Teneffüslerde herkes birkaç soru daha çözmeye çalışırken ben sıramın altından André Gide, Hermann Hesse, Bulgakov çıkarır, birkaç sayfa olsun okur, mutlu olurdum. Pertevniyal Lisesi’nde okurken arkadaşlarım ve hocalarım edebiyat dersleri için yazdıklarımı beğenirlerdi. Bense neden beğendiklerini anlamaz, yazdıklarımı bir türlü sevemezdim.
Üniversitede üçüncü sınıfa gelene kadar sürekli yazmadım ancak o güne dek okuyamadığım kitapları okumaya başladım. Aşiyan’da ve Boğaziçi’nin kendime ait gizli köşelerinde Refik Halit’in denemelerini ve Tanpınar’ın Beş Şehir’ini okurken çocukluğumdaki iştahlı okuma zamanlarımın güzelliğini tekrar buldum. Çantamda not defterleri taşıdım ve onlara Aşiyan’dan Kanlıca’yı izlerken hissettiklerimi, o gün gördüğüm kardelenlerin bükük boyunlarını, güzel bir kozalağı, Boğaz’ın sularının rengini, Tevfik Fikret’in evini ziyarete gelen okul grubundaki öğrencilerin aralarında konuştuklarından duyduklarımı, kısacası dikkatimi çeken her şeyi yazmaya başladım. Bu sırada yazar olmak aklımda değildi ancak tüm bu notların benim için çok iyi bir yazma pratiği olduğunu sonradan fark ettim. Bir süre sonra öyküler yazmaya başladım. Bunda fotoğraf çekmeye ağırlık vermemin de etkisi vardı. Çektiğim karelerin bazılarından çok etkileniyor ve artlarındaki öyküleri düşünüyor, yazıyordum. Şimdi baktığımda hiçbirinin çok iyi olduğunu düşünmesem de tıpkı notlarım gibi beni daha iyi yazmaya yönelten öykülerdi bunlar. Tüm bu öykülerin arasında bir gün “Rüya Gören Kum Saatleri”ni yazdım. Yayınlanan ilk öyküm beni yazar olmaya çıkaran yolda attığım en somut adım oldu.
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?
Okuyanlar, Öykülem’de yayınlanan “Rüya Gören Kum Saatleri”ni çok sevmişti. Ben de öykülerimin artık gün yüzüne çıkmasından dolayı çok mutluydum. O sırada aklımda bir kitap fikri yoktu. Öykülerimi dergilere göndermek ve bir müddet bu şekilde devam etmek istiyordum. Birkaç ay sonra “Bizegider Caddesi” Öykü Gazetesi’nde yayınlandı. İkinci öykümü de yayınlanmış halde görünce bu yola devam etmek istediğimi ve devam etmem gerektiğini daha keskince anladım.
Dergilere öykü gönderdiğinizde hemen yayınlanmıyor, yayın programına alındıktan sonra uzunca beklemeniz gerekiyor. Her bekleyiş süresinde yeni öyküler yazdım ve bu esnada bir önce yayınlanandan daha farklı tarzda öyküler yazmayı arzuladım. Dergilerde eserlerimi görmek beni yüreklendirmişti anlayacağınız. Bu şekilde devam ederken bir baktım ki hiç planlamadığım halde bir öykü dosyası oluşturacak kadar öyküm olmuş. Aralarından bir kısmını seçtim, seçtiklerimi düzenledim ve kitabımın ilk taslağı böylece oluştu.
Kitabıma verdiğim ilk ad “Bizegider Caddesi”ydi. “Bizegider Caddesi” kitabımda olmayan bir öykü; bu durum dosyanın oluşma sürecinde ne kadar değişikliğe uğradığını gösteriyor olmalı. Ancak adını ani bir kararla “Eltűnt Kuş”a çevirdim. Eltűnt Kuş, kitabımın ilk öyküsü, Mayıs 2020’de Varlık Dergisi’nde yayınlanmıştı. Kitabım kabul edildikten sonra editörüm Murat Çelik kitabımı ve beni iyi özetleyen, hatta ileride benimle anılacak başka bir isim bulmamı önerdi. Bu benim için uzun bir düşünme süreci demekti. Öykülerin isimlerine ve ilk cümlelerine çok önem veren biri olarak detaylıca düşündüm. Sırf kitabımın adını düşünmek için yürüyüşlere çıktım. Aklıma gelenleri kelime sayılarına göre listeledim. Ancak hiçbiri içime sinmedi. Hep bir şeyler eksik kalıyordu. Bir gün, zihnim yine kitap adına odaklıyken Twitter’da gördüğüm bir haber linkine tıkladım. Haber polisin ‘dur’ ihtarına uymayan gençlerden bahsediyordu. Durakladım. O saniyede ‘dur’u attım ve zihnimde yerine ‘gör’ yazdım. Kitabım bir gör ihtarıydı. Kitabımda gören, gör ihtarına uyan, gör ihtarı veren ve bu sayede yazan, anlatan, kurgulayan anlatıcılar vardı. Üstelik ben de kendi hayatımda sürekli gör ihtarı veren biriydim. Bir güzelliği görmek ve onu insanlara göstermek, işte bu benim işimdi. Aylardır aradığım isim buydu!
Yazarken uyguladığım rutin ya da ritüeller yok. Her an, her yerde ve her şekilde yazabilirim.
Dosyayı bitirdikten sonra yayınevlerine ulaşma, başvuru ve dosyanın kabul edilmesi sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu süreçte yaşadığınız zorluklar olduysa bunları nasıl aştınız?
İlk kitabını çıkarmak için heyecanlı olan her yazarın bildiği üzere bu süreçte ihtiyaç duyulan en büyük şey sabır. Dosyanızın değerlendirilmesi, olumlu cevap aldıysanız sonrasında yayınlanması uzun bir süre alıyor. Ben de çok bekledim ve sabretmekten başka çarem yoktu.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
“Gör İhtarı” on iki öyküden oluşuyor. Ancak içinde “Sokaklarda Ölü Hayvanlar” ve “Art İmge” adlarında, “Göz Alabildiğine” alt başlığına aldığım, anlatıya kayan kısımlar da bulunuyor. Elinde bavulla yürüyen bir kadın resminin olduğu kapaktan ve arka kapak yazısından da anlaşılacağı üzere, şehir şehir gezen ve gezdikçe gören, fark eden; şehir hayatı, zaman, ölüm, hafıza, aşk, yazmak ve okumak üzerine düşünen kahramanların öyküleri var Gör İhtarı’nda.
Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa, kısaca söz edebilir misiniz?
Ben bu soruları cevaplarken Temmuz ortasındayız, yani “Gör İhtarı” çıkalı henüz bir buçuk ay oldu. Yeni bir öykü dosyası oluşturmaya başlasam da yayınlanabilir hale gelene dek pek çok değişiklik yapacağımı biliyorum, o yüzden detaylarının bende kalması en iyisi. Yüksek bir ihtimalle ise flanözlüğe devam!
Yazar adaylarına tavsiyeleriniz neler olur?
Yazar olmadan önce iyi bir okur olmak gerektiği her zaman söylenen ve çok önem taşıyan bir tavsiyedir. İyi bir okur olmayan kişi kendi eserlerinin eksikliklerinin, iyi ve kötü yönlerinin farkına varamayacağı için metnini yeniden şekillendiremez, değiştiremez, eleştiremez, gerekirse ondan vazgeçemez. O yüzden iyi bir okur olmak için çabalamalarını, her ne yazıyorlarsa kimseyi düşünmeden, otosansür uygulamadan ve önce kendileri için yazmalarını tavsiye ederim.
edebiyathaber.net (26 Temmuz 2021)