İlk Kitap: Taçlı Yazıcıoğlu | Mesut Örs

Haziran 28, 2021

İlk Kitap: Taçlı Yazıcıoğlu | Mesut Örs

Söyleşi dizimizin bu haftaki konuğu Taçlı Yazıcıoğlu ile kendi kitabının ötesinde “İlk Kitap” kavramını da farklı yönleriyle irdelediğimiz bir söyleşi gerçekleştirdik.

Merhaba. İlk kitabı basılmış yazarlarla yapacağımız söyleşilerin yer alacağı bu köşeyi tasarlarken sizinle de sohbet etmiştik, “İlk Kitap” ismini önermiştiniz, biz de sonra öyle kararlaştırdık ve böylece köşemizin “isim annesi” oldunuz. Sizin de ilk kitabınız Hep Sondan Başlar yaklaşık iki yıl önce İletişim Yayınları’ndan çıkmıştı. Yalnız ona geçmeden önce “İlk Kitap” konusuyla ilgili de sorularım olacak. Bir yazar ve sosyal bilimci olarak değerlendirdiğinizde “ilk kitap” olgusuna nasıl bakıyorsunuz?

Merhaba. Kitaplarla kurduğum, oldukça uzun zamandır devam eden ilişkim sırasında “ilk kitap” olgusuna farklı açılardan bakma fırsatım oldu. Bu açıdan böyle önemli bir konuda açılan tartışmanın isim annesi olmaktan gurur duydum doğrusu. En baştan şunu söylemek isterim: Meğer bir ilk kitabı okuma, yazma ve sonra da yayımlatma birbirinden fersahlarca uzak deneyimlermiş. “İlk kitap” denilen bir paradoks gerçekten varmış.

İlkin şu bir yazarın yazdıkça daha iyi yazacağı yönündeki genel algıdan söz edebiliriz sanırım. Bu yüzden ilk kitaplar her kültürde biraz çekince ile karşılanır. Çünkü her kitap aslında kahramanları, okur, yazar ve metin olan bir serüvendir. Bizler sadece bizi heyecanlandıran, değeceğini düşündüğümüz serüvenlere atılmak isteriz. Bir kitabı seversek de, yazarın bize bir söz verdiğini düşünürüz: “Bir daha hep bu kadar güzel yazacağım”. Oysa, zaman değişir, hem okurlar hem de yazarlar ve yazdıkları metinler değişir. Her kitabıyla okurla müthiş bir bağ kurmuş çok yazar vardır, bunun aksi de. O zaman sorulacak soru şudur: Bunu öngörmek mümkün müdür? “İlk kitap” bir heyecan mıdır, yoksa alınan bir risk midir?

Genelde gördüğümüz, önümüzdeki bir çeviri kitapsa, ilk kitap dahi olsa, “değer bulunmuş da çevrilmiş” heyecanı ile karşılanır. Sevdiğim çeviri ilk kitaplar içinde yok, yok: İlk aklıma gelen Bülbülü Öldürmek. Düşünün ki, yazarı Harper Lee’nin tam elli beş yıl ikinci kitabı yayımlanmamış, tek bir romanla dünya edebiyatında yer edinmiş. Öyle bir başarıya ulaşmış ki, belki de yazarına –o bütün yazarlarda olduğuna inandığım– “ya daha iyisini yazamazsam” dedirtecek kadar ket vurucu ama okurları için de bir o kadar etkileyici, ırkçılık kavramını öğreten ve sorgulatan bir ilk kitap olmuş. Yine hemen aklıma Umberto Eco’nun Gülün Adı geliyor. Bu da öyle bir ilk roman ki, tarih ve semiyotikle harmanlanmış müthiş kurgusuyla birçok esere ilham vermiş, dünyanın neredeyse tüm dillerine çevrilmiş. Her ne kadar edebiyat uyarlamaları tehlikeli sular olsa da, tıpkı Bülbülü Öldürmek’te olduğu gibi, çok güzel bir filmi yapılmış ve bu kitabın daha fazla okunmasına engel olmamış. Dünyaca okunan çeviri kitaplar bu açıdan okurların gözünde birkaç adım önden başlıyor ve sanki bu diğer çeviri kitaplara da sirayet ediyor. Ancak benim gibi birçok okuru Eco’nun diğer romanlarının ilk kitabı kadar heyecanlı ve ilginç olmamasından eminim şikayetçidir. Benzer şekilde, Lee’nin elli beş yıl bekletmesi de yeni bir Bülbülü Öldürmek’le sonuçlanmamıştır. İlk kitaplarının tadı damağımızda kalmıştır.

Birkaç adım önden başlayan çevirilerin karşısında Türkçe yayımlanan ilk kitaplara baktığımda aklıma ilk gelenler, ikisi de birbirinden güzel Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ü ve Şebnem İşigüzel’in Hanene Ay Doğacak’ı. Eğer çekince ile yaklaşsaydık, Lee gibi bizi bekletmeyerek ya da Eco gibi hayal kırıklığına uğratmayarak gerisi de gelen bu iki güzel ilk kitabı okumayacaktık.

Okurlar yayınevine, yazarın biyografisine, kitap hakkında yapılan eleştirilere, hatta kitabın kapağına bakarak risklerini azaltmaya çalışırlar. Oysa tüm serüvenleri heyecanlı kılan riskli oluşlarıdır. Hiç tanıtılmamış, çok bilinen bir yayınevinden çıkamamış, değeri sonradan anlaşılmış ilk kitaplar yok mudur? Tüm sanat dalları gibi edebiyat tarihinde de sayısız örnekleri var. Yaşamı boyunca tek bir tablosunu satabilen Van Gogh’u bir anımsayın. O zaman “ilk kitap” olgusuna mümkün olduğunca, o her iyi okurda olduğuna inandığım, keşif duygusuyla bakmada yarar var.

“Aklıma nedense her şeyin başlangıcı olarak üniversitedeki o söyleşi değil de, ilk romanımı yazışım geliyor.” Kitabınızın giriş cümlesi böyle. Burada da “Her şeyin başlangıcı” olarak düşünülen bir ilk kitap var. Gerçekten de hem yazarın kendisi, hem yayınevi, hem de okurlar açısından ilk kitap, soru işaretleriyle birlikte heyecan barındıran bir başlangıçtır. Sizin de söylediğiniz gibi birlikte bilmediğin yeni bir yola çıkmak, bir serüvendir. Romanınızı yazarken bunların farkında mıydınız?

Değildim. Farkında olmak ne kelime, kendimi öyle bir hikâyenin içinde bulmuştum ki, her sabah acaba o gün romanımda ne olacak diye uyanıyor, o heyecanla yazmaya başlıyordum.

Bu önceki yazma deneyimlerimden farklıydı. İlk öyküm 2006’da, Adana’ya Kar Yağmış (der. Behçet Çelik, İletişim Yayınları) isimli derlemede yayımlanmıştı. O arada başka bir romana başlayıp, doktora tezim araya girdiği için bırakmıştım. İngiltere’de, dünya edebiyatının merkezilerinden birindeydim ama oraya uyum sağlamak ancak anadilimden koptuğum takdirde olacaktı. Yıllar yılı sıklıkla hep zorunlu hissederek ve İngilizce yazdım. Okuduğum romanlar ve yazdığım yüzlerce mektupla, çok kimseyle paylaşmadığım öykü ve şiirlerle Türkçemi korudum. Anadilime ve sınırsızca at koşturabildiğim yaratıcı bir alana kavuştuğumu anladığım an bir daha bilgisayarımın başından kalkmak istemedim. Bir yandan da bu sözleri söyleyen roman kahramanım Tunç’a olduğu gibi her şeyin başlangıcının bu ilk roman olmasını umdum, sonra da hissettim. Anlayacağınız farkındalık kavramını farklı merhalelerde yaşadım.

Bir de “değildim” derken aklıma şu geldi: Önceki sorunuzda ilk kitabın heyecan kadar çekinceyle beklenmesinin bir nedeninin, “yazmanın” daha çok yazarak ilerleyeceği konusundaki beklenti olduğunu söylemiştim. Bunun aksi var ama destekleyen birçok örnek de var. Ben roman yazmayı okuduğum harika romanlardan öğrenmişim. Roman yazmaya başladığımda nasıl yazılacağını zaten biliyormuşum. Belki de bu yüzden, yukarıdaki tartışmaya da katkıda bulunacak şu tepkilerle çok karşılaştım: “Kitabınız bir ilk roman gibi değil.”

Bu söz kendi içinde, yukarıda da söz ettiğim çelişkileri barındıran bir cümleydi. Buna ya alçakgönüllülükle ya da tersi bir tavırla (ukalâlıkla) karşılık verebilirsiniz. Ben hep ilkini seçtim ama dürüst olmak gerekirse romanımın bir şans eseri çıktığını da düşünmedim. Sonrasından da en sevdiğim tepki, “Bundan sonra takipçiniz olacağım” denmesini işitmek oldu. Ne güzel bir iltifatmış bu!

İlk kitabın “acemilik kitabı” olarak görülmesinin dışında, bunu gibi genel kabul görmüş bir yargı da ilk kitabın otobiyografik özellikler taşıdığının düşünülmesidir. Bu yargıya katılıyor musunuz?

İlk romanın otobiyografik olması edebiyatta çok tekrarlanan bir önyargı ve kuramsal olarak tartışılan bir konu. Yaşamsal gerçeklikle kurgu tabii ki birbirine karışabilir. Yaşadıkları çağın imgelerini biz Virginia Woolf’tan, Fyodor Dostoyevski’ye birçok yazarda görmez miyiz? Martin Eden’ı okurken Jack London’ı, Tutunamayanlar’da Oğuz Atay’ı düşünmez miyiz ya da İskenderiye Dörtlüsü’nde Lawrence Durrell’i? Hangimiz Çalıkuşu’nun ya da Nicolai Hel’in ilham alındığı kişiyi merak etmemişizdir? Romanlar ne otobiyografiktir ne de otobiyografiden bağımsızlardır. Kurgudaki gerçeklik paylarıyla yaratıcılığın örselenip örselenmediği hassas çizgilerden biri olsa gerek.

Romandaki otobiyografik ögeler konusu aynı zamanda bana ilk sorulan sorulardan, hatta bıyık altından yapılan imalardan biridir: “Hani isminizin anlamı da benziyor, yoksa siz roman kahramanınız Ece misiniz?” Bu soruya hep şaşırmamın en önemli sebebi, romanımda kadın-erkek birkaç baş kahraman olması ve sonradan kendi sesimi en çok kullandığımı düşündüğüm kahramanın ne Ece ne de –haydi size sır vereyim– kadın olmasıdır.

Bununla ilgili birkaç söz daha söylemek mümkün. Öncelikle, tıpkı Ece’nin romanda söylediği gibi, yaşamöyküsü okumak bir çeşit dedikodu-severliktir. Özel hayat, özel olduğundan ötürü gizlidir ve her gizem gibi merak uyandırır. Düşünün ki, günümüz sosyal medyasını döndüren en önemli motivasyonlardan biri şu özeli teşhir etme güdüsüdür. Okurlar, hem yazar kurguda yaratıcı hem de orada olsun isterler. İlk başlarda alındığım soruya artık ben şu doğru cevabı veriyorum: Tıpkı Gustav Flaubert’in “Madame Bovary benim” dediği gibi roman kahramanlarımın hepsi benim. Hepsi benim bugüne kadar tanıştığım insanların bendeki yansımaları, onlarla ilgili düşündüklerim, onlardan bende kalanları. Bu anlamda ben sadece ilk romanımda değil, bütün romanlarımda kendi hayatımı yazacağım. Çünkü her bir cümlem, muhakkak ki, hayatımda yaşadıklarımın, hissettiklerimin, düşlediklerimin, öğrendiklerimin saniye saniye sentezlenmesinden ortaya çıkmıştır. Yazarken çıkan o cümlenin bende olduğunu bilmeksizin.

Yayınevleri yeni yazarlar ararken, yeni yazarlar da kitaplarını bastırabilecekleri yayınevleri arıyor. Ancak biliyoruz ki, tanınmamış bir yazarın ilk kitabını çıkarabilmesi oldukça sancılı bir süreç. Siz dosyayı bitirdikten sonra yayınevlerine ulaşma, başvuru ve dosyanın kabul edilmesi sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu süreçte yaşadığınız zorluklar olduysa bunları nasıl aştınız?

Birçok ilk roman gibi benimkinin yayımlanması da ayrı bir hikâyedir. Bir ilk kitabın nasıl yayımlanacağına dair yazılan çizilen her adımı atmışımdır. Oldukça fazla yayınevine, her birinin başvuru formlarını doldurarak, özetini çıkarmaya bir türlü olanak vermeyen romanımın ana hatlarını vermeye çalışarak dosya hazırlamış, sonra günler, haftalar beklemişimdir. Olumlu dönen haberlere sevinmiş, olumsuz dönenleri romanımı okumamakla suçlamış, hiçbir şekilde dönmeyenlere de çok kızmışımdır. “Proust bile beğendirememişti” deyip, hiç yapmadığım kadar yazar biyografilerini okumuşumdur. O dönem gerçekten çok zorlu geçmişti. Gelen olumsuz yanıtlar genellikle romanımın yayınevi politikasıyla uyuşmadığı gibi bir ifade içeriyordu, bunu romanımı beğenmedikleri ya da ilk roman riski almak istemedikleri şeklinde yorumlamış, üzülmüştüm. Yalnız şuna da vermiştim: Hiç kimse yayımlamasa da blog’umda tefrika edecektim. Anlayacağınız hikâyeme inanıyordum. Ne olursa olsun onu dünyayla paylaşacaktım. Buna gerek kalmayacağını, en çok istediğim yayınevi olan İletişim Yayınları’nın romanımı yayımlayacağını öğrenene kadar yazmaya devam ettim. Artık Türkçeye kavuşmuştum, bunun keyfini çıkarmalıydım. Yayımlanacağını öğrendiğimde çok ama çok sevindim. Bunu yaşayanlar bilir. Ancak romanımı basılı gördüğüm o ilk ânın kendi yaşamımın herhangi bir başka duygusuyla benzeşmediğini biliyorum.

Yayınevine gittiğimde masanın üstünde ilk gördüğüm o an hem bir kavuşma, hatta kucaklaşma, hem de birlikte üç yıl geçirdiğim kahramanlarıma vedaydı. O derece zıt duyguları aynı anda hayatımda hiç yaşamamıştım. Romanım ikinci baskısını yaptığında da çok sevindim. Bu da çok önemli bir onaydı benim için. Sonra her okur bana birkaç yılımı birlikte geçirdiğim kahramanlarımdan selam getirdi. “Demek kahramanlarıma ve hikâyelerine veda etmemişim, onlar her okurda farklı şekillerde yaşayacaklarmış,” dedim.

Kitabınızın öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?

Hep Sondan Başlar birbirinden farklı anlatıcıların mektuplarını, günlüklerini okuyarak bir  yaşamöyküsünün nasıl anlatılabileceğini sorgulayan bir roman. Roman kahramanlarından kendi yaşamöykülerini dinlerken, yaşamöyküsünün hem gerçekte hem de kurgusal olarak nasıl ortaya çıktığını konusunu da düşünmemizi istiyor. Hem bir nostalji eleştirisi var hem de iç içe geçmiş yaşamların kendilerini her bir diğeri içinde konumlandırmaya çalışması. Okurları farklı şeyler de görüyor ve bu çok hoş. Duygusal ilişkilere odaklananlar var, birbirlerinden farklı kahramanları baş karakter olarak niteleyenler de. Son bölümün ismi olan “Geçmişle Konuşma”, hem bir eylemi anlatıyor hem de bir öğüt gibi, önceki bütün hesaplaşmaların bir durulma ve birleşme noktası. Benim gibi bulmaca çözmekten hoşlananlara, o son taşı ya da hamleyi veren ve tüm romanı sil baştan değiştirmenizi sağlayan bölüm. O bölüm ortaya çıktığında, romanı sil baştan değiştiren o olayı öğrendiğimde ben de çok şaşırmıştım doğrusu.

Romanda her bir bölümün kendi içinde bir öykü gibi olması bir tesadüf değil. Ben romanımla öykü yazmaya başladığımı düşünürken buluştum. İkinci, üçüncü öykü ardı adına gelmeye başlayınca, bunların hiç de bir öykü olmadığını, bir roman yazmaya başladığımı fark ettim. Bu, bilinen anlamıyla bir ön çalışmamın olmadığını düşündürtebilir. Bu, bence, bize yazma deneyiminin verilmiş biçimlere sığamayacağını gösteren bir örnek sadece. Çünkü şu an görüyorum ki, ben o romanı yazabilmek için seneler boyunca çalışmışım. Romanlar okumuş, etnografiler yapmış, yüzlerce, binlerce hikâye dinlemişim. Okuduğum yüzlerce roman benimle orada buluşmuş. Bu arada aynı zamanda bir üst kurgu da eklemişim romana. Bunları planlayarak yapmadığımı zannederken, bir roman yazarı olmaya karar verdiğim on beş yaşımdan beri bunun için çalışmışım. Okuduğum her edebî ve bilimsel eseri romanımda kullanmışım. Bir okurum matematiksel bulduğu kurguyu kastederek, bir android’e yazdırdığımı düşünmüş romanımı. Bunda bir yandan haklılık payı da var diye düşünmüyor değilim. Yazarken kopmak istemeyeceğim türden bir konsantrasyon, bir esrime hali yaşıyorum. Ertesi sabah kalktığımda, “Bunları ben mi yazmışım?” diye bakıyorum. Kurgunun içerdiği sürprizleri bozmadan romanımı özetlemeyi ise hâlâ öğrenemedim.

İsim gerçekten zor bir karardı. Bir süre ilk bölümünün ismi olan “Sondan Başlamak”ın romanımın ismi de olması gerektiğini düşündüm. Çünkü türlü sebeplerle uzunca bir süre beklediğimden romanımı hep o sondan başlama duygusunu da hissediyordum. Şimdi öyle düşünmüyorum. Önümde dünyalar var, daha birçok roman yazacağım diye düşünüyorum. Bir yandan da kahramanlarımdan birinin her başladığımız günün son günümüz olması karamsarlığına da katılmıyorum. Her yeni gün yepyeni hikâyeler demek benim için, gireceğim bambaşka dünyalar.

Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa, kısaca söz edebilir misiniz?

Bu soruya umarım hep şu an söyleyeceğim cevabı veririm: Evet, ben bir roman (daha) yazıyorum. Roman yazmak benim beş yılı aşkın zamandır yaptığım, sabah çok erken saatlerde başlayan günümün çoğunu ayırdığım en önemli iş. Dergilere denemeler de yazmaya devam ediyorum. Bu da çok sevdiğim, özgürleştirici bir edebî form. Denemeleri gece de yazabiliyorum ama roman benim için gün ışığı demek. Kim bilir, bu belki ileride değişir. Öyküyü de çok seviyorum. Yayımlanmış öykülerim de var, bir tanesini söylemiştim. Sosyal bilimci gözüm de hep içimde, nasıl unuturum yılların birikimini? Ancak benim asıl işim sanırım roman yazmak olacak.

Uzun uzun anlattım ama belki kısaca şu mutlu cevabı versem de olurdu: Evet, bir roman daha geliyor.

Yazar adaylarına tavsiyeleriniz neler olur?

“Kimse okumasa bile yazacağım” mottosundan ayrılmamaları. Bu yazara birçok özgürlüğü birden veriyor. Yaratıcılığı kısıtlamıyor. Özellikle de benim gibi uzun yıllar başkalarının hikâyelerini çözümleyip yazmak zorunda kalan birine, kendi anlatacaklarımın aslında ne kadar sınırsız olduğunu söylüyor, artık hep özgür olduğumu da.

edebiyathaber.net (28 Haziran 2021)

Yorum yapın