İlk Kitap: Üzeyir Karahasanoğlu | Adnan Gerger

Ocak 27, 2023

İlk Kitap: Üzeyir Karahasanoğlu | Adnan Gerger

İlk kitap söyleşilerimizin bu haftaki konuğu Manos Kitap’tan çıkan “Geçmişi Beklemek” adlı kitabıyla Üzeyir Karahasanoğlu.

“Yok edilen geçmişimize, silinen hafızamıza öykünün gücüyle karşı çıkıyorum.”

Kendinizi tanıtabilir misiniz? 

Eşim ve iki çocuğumla Zonguldak’ta yaşıyorum. Türk dili ve edebiyatı öğretmeniyim.

Öykü, deneme, eleştiri, inceleme yazılarım dergilerde, seçkilerde, gazetelerde, gazete eklerinde ve internet mecralarında yayımlandı. Altıyedi dergisinin yayın kurulunda bulunmakla birlikte her türlü hamaliyesine seve seve koşturanlardanım.

Geçmişi Beklemek, ilk kitabınız…  Bu kitap dosyanızla 2022 yılında Sennur Sezer Emek-Direniş Öykü Ödülü’nü kazandınız.  Böyle bir ödül almak size ne gibi sorumluluklar yükledi?

Sennur Sezer’in adını taşıyan, dolayısıyla Adnan Özyalçıner’le de anılan ve kıymetli bir seçici kurulu bulunan bir yarışmanın ödülünü kazanmak muazzam bir başlangıç oldu. Bir başka deyişle rastgele bir ödülü değil, Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülünü kazanmak bitimsiz bir rüya benim için. Ne var ki böyle saygın bir ödülün sahibi olmanın sorumluluğunu anbean yaşamaktayım. Öyle ki sanatsal niteliğin o düzeye erişmesi, hep yüksek seyretmesi gerek.

İlk kitaplar çok zordur. Kitabınızı yazarken,  içeriğini belirlerken ismini koyarken nelerden etkilendiniz? Kitabınızın yazma sürecinden yayınlama sürecine kadar duygularınızı, düşlerinizi ve düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?

Yıllardır yazan biri olarak ilk kitabın ne kadar zor olduğunun bizzat kanıtıyım. Yayıncıların uzak durmaları, dosyaların okunmaması, ekonomik sorunlar bir olup ilk kitabını yayımlatmayı arzulayan yazarın karşısına dikiliyor.

Her ne kadar ilk kitaptan söz ediyorsak da dosyalar birikiyor. Bunu söylerken sıkılıyorum, hatta utanıyorum ama Geçmişi Beklemek benim ilk eserim değil. Evet, ilk kitabım ama ilk eserim değil. İki romanım var ve ikisi de yayımlanmanın eşiğinden döndüler. Yaşadığım hayal kırıklığını takdir edersiniz ki o yıkımla çabalamaktan vazgeçtim. Doğru vakti beklesinler, demlensinler, hakkıyla demlensinler dedim. Kısmet, Geçmişi Beklemek’eymiş. Darısı diğer çocuklarımın başına.

Geçmişi Beklemek on dört öyküden oluşuyor. Çoğu son dört beş yılın ürünü olmakla birlikte Bavul, Boşlukta ve Yılan Kokusu öykülerinin tohumları çok önceden atılmıştı. Benim bir dönemimi yansıttıkları için bu üç öyküde yapısal değişikler yapmaktan kaçındım. 

Seçkime isim koyarken kendini bir çırpıda bırakmayan, derinlikli, rastlanmamış, imgesel ve unutulmaz bir adı olsun istedim. Geçmişi Beklemek bu doğrultuda ortaya çıkmış bir isim. Benim arzuladığımsa Geçmişi Beklemek’in edebi bir tatla okurun belleğine yerleşmesi. Tüm bunları yaparken okurda dünle bugün, bugünle yarın arasında bir köprü kurarsa mutluluğum daim olur. 

İlk öykümü yazdığım günden bugüne dilde, yapıda sürekli aradım. Sürekli bozdum, değiştirdim… Benim edebiyatıma yakışmayacak işler peşinde de koşmuşum. Tabii bazı şeyler sıcağıyla hissedilemiyor. Öyle ya da böyle eserlerim dergilerde yayımlanmaya devam ettikçe hep diri kaldım. Bir yerden sonra öyküler bir araya gelmeye, ortak bir ses çıkarmaya, sonra da bir dosyada birleşmeye başladılar. İşte o vakitten sonra çok yoğun çalıştım. Onun burası, şunun şurası… Çıkarılanlar, eklenenler… Neticede dosyanın arzuladığım kıvama ulaştığını anladım ki dönüşler de böyleydi. Aksi hâlde Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülüne katılamazdım. 

Bir kitapçı rafında olsun, bir okuyucu yorumunda olsun ne zaman Geçmişi Beklemek’le karşılaşsam heyecanlanıyorum. Elim ayağım dolanıyor… Her ne kadar “Artık senden çıktı” deseler de o benim çocuğum, ona doymam mümkün değil; okşamak, sevmek, koklamak istiyorum. 

Geçmişi Beklemek’teki öyküleriniz okura neyi nasıl anlatıyor?

Geleceğe dair çok ümitvar değilim, geçmişse farklı. Onu yaşadık. Bir kısmını bizzat biliyoruz, bilmediğimizi de merak edince öğrenebiliyoruz. Dahası yanından, içinden, üzerinden geçtik. O halde geçmişi doğru okumalıyız. Ne var ki algılarıyla oynanan bir garip toplum olup çıktık. Handiyse balık hafızalı olduk. Benim itirazım da burada başlıyor. Geçmişi Beklemek’le yok edilen geçmişimize, silinen hafızamıza öykünün gücüyle karşı çıkıyorum. Maziden beslendiğimizi unutmamalıyız, diyorum. Bir başka deyişle geçmiş; bedenlerimizi yaşlılığa, ölüme yaklaştıran bir ortaklığımız olsa da biz ondan yarınları üretiyoruz! Kişinin deneyimleriyle değişime, dönüşüme uğradığını görüyoruz. İnsan dediğimiz, karakterine kadar değişmiyor mu? Değişiyor. O hâlde bu değişimi anlatmak bizzat edebiyatın derdi olmalıdır. Tabii bu değişimi verebilmek için de geçmişi hakkıyla değerlendirmek gerek. Erdal Öz’ün Kardır Yağan Üstümüze Geceden adlı nefis bir öyküsü vardır mesela. Gözaltına alınan adamın bir şiiri anımsamaya çalıştığını görürüz. Neden? Çünkü o şiiri anımsamak; geçmişi bugüne bağlayabilmesi, belleğiyle hayata tutunabilmesi, o karanlığa yenilmemesi demektir. 

İlk kitabınız yayımlandı… Kendinizi nasıl tanımlarsınız şimdi? 

Ben hep yazdım, hâlâ yazıyorum. Bunun illa bir sıfata, bir meslek biçimine dönüşmesi çok da umurumda olmadı. Söz gelimi kendime hiçbir zaman “yazar” demedim ama son zamanlarda sürekli “yazar” vurgusuyla anılıyorum. Dolayısıyla ben değişmedim, insanların bana bakışı değişti. Bana dair düşünceleri, kafalarındaki Üzeyir Karahasanoğlu imajı değişti; yoksa benim hayatım hâlâ aynı minvalde seyrediyor: Mütevazı bir dünyam var ve çatısını edebiyatla çattığım.

İlk kitabınızdan beklentileriniz var mı, neler?

Geçmişi Beklemek okurla buluştu, ilgiyle karşılandı, fuarlarda, söyleşilerde boy gösterdi. Filiz verdi, serpildi, yeni baskı yaptı, gene yapacak… İnsanların hayatlarına dokunduğuna, hafızalarında olumlu izler bıraktığına tanık oldum. Bu ilgi yarınlara taşınır, gelecekte de kıymet görürse ne âlâ! Yolu, bahtı açık olsun!

Niye yazmaya karar verdiniz? 

Bir kararın sonucu yazmıyorum, aksine çocukluğumdan beri yazıyorum. Birinci sınıfta öğretmenim ödüllendirmek için kantine götürmüş, “Ne alayım sana?” demiş. Kalem istemişim. Anlıyor musunuz, yazmaya, not almaya tutkuyla bağlıydım hep. Küçük yaşlarda da şiir yazdığımı sanır, okulumdaki yarışmalara katılır, sürekli dereceye girerdim. Hatta ödülüne göre katılmadığım yarışmalar olduğunu anımsıyorum. Bir tür şımarıklık hâli… Tabii bugün gülüyorum onlara. Bir değer biçip şiire haksızlık etmek istemem. Çocukluk karalamasıydı her biri, geldi geçti. Yine de belli başlı şairleri ilk defa o yıllarda, bu sayede öğrendim. Dolayısıyla ilk tanışıklığım şiirle oldu, gözümü şiir açtı. Hâlâ şiirde soluklandığım çoktur. Sıklıkla şiire sığınır, kendimi ödüllendirmek için şiire sokulurum. Bir başka deyişle epeydir “iyi şiir okuru” olmaya gayretliyim ve iyi şiir okuru olmaya çabaladığımdan beri de öyküye hep sıcağım. Bir başka deyişle şiir yazamayınca öyküye, romana sığındım da diyebilirim. Neden inkâr edeyim? Ters şeritte seyreden aracımın doğru şeride kavuşması gibidir, öykünün bendeki doğuşu. Ne var ki şiire yakın durmayı, hâlâ hayati derecede önemserim.

Kitabınızı okudum. Okuru kuşatan diliniz var. Bu dili nasıl kurdunuz?  

Dediğim gibi öyküyü, romandan ziyade şiire yakın buluyorum. Özellikle dil bakımından… Bu nedenle birçok öykücüden ayrıştığımı söyleyebilirim. Her türlü kalabalıktan azade bir öykünün taraftarıyım. Bu nedenle çoğu kez öykümü şiirin dehlizlerine sürmüş, oralarda fena halde çarpılmışımdır: “Ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm; / içimde cesetler ve daha ölmemişler var.” Öykü bu damardan fışkırıyor. Bazen bir düzyazı da, ama şiirsel bir düzyazıda yaşamışımdır aynı durumu: “Tuzağa düşürülecek av yıllar yılı beklenmez ki. Beklenirse, avcıyla av bağdaşır. Kapan ikisini birden alır içine.”

Metin Altıok’a, Attilâ İlhan’a, Salih Bolat’a baktıkça kısa öykünün şiirden el aldığını görüyorum. Susarak, boşluklar bırakarak, öyküyü okurun hayal dünyasında sürdürerek… Dolayısıyla benim öykü dilim, şiirle temasın sonucudur.

Okumakla yazmak arasındaki bağa inanıyor musunuz? Bu bağ siz de nasıl çağrışım yapıyor? 

Muhakkak inanıyorum. Ne okuyor, ne izliyorsak öyle yazıyoruz. Yaşadığımız gibi… İnançlarımızın, doğrularımızın, hayallerimizin izini bırakıyoruz ya da izini sürüyoruz yazarak. Geçmişi Beklemek’teki biyografimde boşuna şöyle yazmıyor: “Kurmaca ile gerçeğin iç içe geçtiğini bilecek kadar hayal kuruyor, okuyor, yazıyor.” 

Etkilendiğiniz yazarlar var mı? Bu yazarların sizde bıraktığı etkiye neden olan yapıtlar hangileri? Bu yapıtlardan birkaç örnekleme yaparak bu etkiyi açıklayabilir misiniz?

Geçmişi Beklemek’te Erdal Öz’e, İrfan Yalçın’a ve Kadri Öztopçu’ya ithaf ettiğim öyküler var. Beni etkilediklerini hep söylerim. Bir eşleştirme olsa kendime en çok Erdal Öz’ü yakıştırdığım bilinir. Doğrudur da. Öyle ki öykü türünü bana sevdiren kitaptır, onun Kanayan’ı. Odalarda romanına da bayılırım. Ne var ki pek ünlü romanı Yaralısın’ı kıyasıya eleştirmeden geçemem. İrfan Yalçın için de geçerli bu. Onca büyük eser ver, sonra bir dönem Engerek diye bir şey karala. Olmaz. Sözün kısası, sevdiğini eleştiren biriyim ben.  Bu yazarların metinlerindeki iklim, kahramanlarının yaşadıkları kırılmalar yahut dönüşümler beni mest eder. İrfan Yalçın’ın Cellat Ağlıyor’da ağlattığı o cellat hiç aklımdan çıkmaz. Erdal Öz’ün öyküsünde attığı o taşa istinaden kaç öykü filizlendirmişimdir. Ya Kadri Öztopçu’nun o zamansız çatalı? 

Ona ulaşmak istediğiniz, keşke ben de böyle olabilseydim ya da olacağım yazarlar var mı kim ve neden?

Yukarıdaki cevabımla bağlantılı bir cevap vereceğim. Öyle ki çok güçlü yazarlarımız var. Yine de öykü odaklı bir cevap vereyim: Doğrusu çok parlak öyküler ve çok parlak öykücüler var. Ancak bir seçim hakkım varsa bunu çağdaşlarımdan birinden yana kullanmazdım. Geçenlerde bir söyleşi de şöyle demişim: “Madem hayal ediyoruz, o hâlde şöyle bir şey dilerdim. Hani, “Evrenin koruyucusu Voltran” diye bir çizgi film vardı. Hatırlar mısınız? Çocukken çok severdim. Sınırlı güçleri olan beş mekanik robotun bir araya gelmesiyle oluşabilen devasa bir robottu Voltran. İşte ben de Erdal Öz, Kadri Öztopçu, Orhan Duru ve İrfan Yalçın’ın oluşturacağı efsanevi öyküadamın bir yazarı olabilmeyi çok isterdim.”

Bu soruyu herkese soruyorum ve samimi bir yanıt istiyorum. Günde kaç saat ve ne tür kitaplar okuyorsunuz? Okumaya inancınız nasıl? 

Alçakgönüllü olmaya gerek yok: İyi bir okurum. İyi okurum. Ne var ki meselenin bir tarafı okurluk diğer tarafı okur-yazarlık olunca okumanın belli bir standardı olmuyor. Edebiyat sahasına dâhil olmayan kitapları da okusam da çoğunluğun edebi türlere dair olduğu kesin. 

Özellikle yeni çıkanları okumaya özen gösteriyorum. Olabildiğince tabii… Bir yazarın çağdaşlarına dair fikir sahibi olması ne hoş, olmamasıysa ne korkunç değil mi?

Yazmadığım, yazamadığım dönemler oluyor. “Birikme dönemi” diyorum bu dönemlere ve en çok bu dönemlerde okuyorum. Kalem, kâğıt hep yakınımdadır diyorum ya, okurken kitapla ilgili not alırım. O esnada ya da olur olmaz zamanlarda aklıma gelenleri de not ederim. Böyle bir sürü defterim, bilgisayarımda dosyalarım vardır. Bunların bazıları beni ne çok düşündürür bilseniz… Düşündürdükçe hayal kurarım. İşte, hikâyelerimi genellikle böyle anlarda doğururum. Ondan sonra okumaya ara verdiren, kendini yazdıran öyküler dönemi gelir.

Dolayısıyla okumanın beni beslediğine,  hayalimi de varlığımı da anlamlandırdığına kaniyim.

edebiyathaber.net (27 Ocak 2023)

Yorum yapın