İlker Aslan: “Yazının imkanları böylesi gelişmişken yazmak isteyen herkes yazsın isterim.”

Ekim 24, 2022

İlker Aslan: “Yazının imkanları böylesi gelişmişken yazmak isteyen herkes yazsın isterim.”

Söyleşi: Aynur Kulak

İlker Aslan ile “İnsanlar ve İnsanlar” (İthaki Yayınları) adlı öykü kitabı odağında konuştuk.

Biyografinizden yola çıkarak sizden başlamak istedim ama biyografiniz kısacık. Bu durum hoşuma da gitmedi değil, çünkü insan için doğumu ve yaşadığı yer tamamdır aslında, daha fazlası… Daha fazlası edebiyat mı? Edebiyatla olan meselenizi; anlatmak adına, bir şeyleri ifade etmek adına neden edebiyatla anlatma yolunu tercih edişinizi konuşarak başlamak isterim.

Biyografim yeterli diye düşünüyorum. Yazar kendini ne kadar az açarsa metin için o kadar iyidir. Metnin sesi böylece daha gür çıkar. Önce metni okumalı bu yüzden. Beni tanıyan bir yakınımın öyküleri okumasıyla hakkımda hiçbir fikre sahip olmayan bir başka okurun okuması arasında fark var. Biyografik bilgiler metnin alımlama biçimini doğrudan ya da dolaylı etkiler. Bu yüzden kısa iki cümleyi tercih ettim. O bile gereksiz ya, neyse…

Edebiyat hayatımda ne zamandır var bilmiyorum ama hemen her yazar gibi çocuk yaştan beri okumaya teşvik edildim. Bu, zamanla yazmaya da itti beni. Hayatımın daha fazlası tabii ki sadece edebiyat değil. Ama önemli bir bölümünde edebiyat var. Daha da genişletirsek sanat var. Keşke yeteneğim olsaydı da piyano çalabilseydim veya resim yapabilseydim. Onlar da bir anlatma biçimi. Benim yöntemim edebiyat. Başka şeyler de denedim ama kendimi kamusal alana açacak kadar yetenekli değildim diğer alanlarda. Bir de yazı, aslında pek çoğumuzun daha kolay ilişki kurabileceği bir alan. Biraz yetenek, kalan kısmı da çalışma… Yazıyla düşünme, yazıyla anlatmaya çabalama… İlk kez bir yazımın bir yerde yayımlanması üzerinden yirmi yılı aşkın bir zaman geçti. Bir okul dergisiydi. Lisenin ilk yılı. Sanırım o yazı yayımlanmasaydı bugün daha farklı olabilirdi her şey. Şans, nasip… Artık neye inanıyorsanız. Benim yazıyla ilişkim de biraz böyle devam etti. Edebiyat dünyanın en önemli şeyi değil tabii ama benim için belli bir öneme sahip. Sadece öykü için değil. Belki şiiri hariç tutarsak (ki o bambaşka bir alan bana kalırsa) yazının her türünde bir şeyler karalamışlığım var. Bu da, dediğim gibi, yazıyla düşünme, yazıyla anlatma çabası. Dünyanın en önemli şeyini yapmıyorum. Ama bir taşın üstüne bir başka taş koyabiliyorsam ne mutlu.

İnsanlar ve İnsanlar öykü kitabınız yeni yayınlandı. Bir İntihar Üstüne Söylenti adlı öykü kitabınız da iki yıl önce yayınlanmıştı. Her iki kitabınıza da baktığımızda “deneysel öykü, deneysel öykücülük” kavramlarıyla karşılaşıyoruz. Bu deneysel öykücülüğü konuşarak kitaplarınıza doğru bir giriş yapmak istiyorum. Deneysel öykü nedir, neden deneysel öykü yazımını tercih ediyorsunuz? 

İnanın deneysel öykü şudur diye şablon bir cevabım yok. Bilmiyorum ve önemsemiyorum da. Deneysel öykü nedir? İşte benim yaptığım biraz deneysel öyküdür sanırım. Adı üstünde değil mi? Denemek… Bu nasıl bir denemek peki? Bir kopuş, bir sapma, bir farklılık… Artık ne dersek. Geleneksel olandan ayrılma çabası. Yazının sınırlarını açmak, genişletmek, hapsolduğu alandan onu çıkarmaya çalışmak… Türler arasındaki sınırların görünmez duvarlarını yıkmak. Yani deneysel edebiyat, tek bir kelimeye indirgersem arayıştır bana kalırsa. Benim için budur tanımı.

Neden deneysel öykü yazımı tercih ediyorum? Çünkü bu tip metinler okumayı seviyorum. Bunlar okuru rahatsız eden metinlerdir. Bir kurgu içerisinde sürgit devam eden bir hikâyenin peşine takmaz okuru. O pasiflikten çıkarır ve okura, “haydi bakalım, biraz da sen düşün” der. Bugün, belki özellikle son on yıldır, öyküde ciddi bir artış var. Bu beni memnun ediyor kesinlikle. Şikayetçi değilim. Yazının imkanları böylesi gelişmişken yazmak isteyen herkes yazsın isterim. Ama toplamda okuduklarıma bakınca, zaman zaman benzerlikler seziyorum. Farklı isimlerin öykülerini okuyorum ama sanki bir yönüyle aynı yerden çıkmışlar gibi. İnşallah bunu dedim diye bana kızmazlar. Sadece nitelikten de bahsetmiyorum bu arada, başka bir şey anlatmaya çalışıyorum. İşte bu toplamda benim de bir yerim var illaki. Oldukça kalabalığız. Ben o kalabalıkta farklı bir ses çıkarmaya çalışıyorum. Başarabiliyor muyum bilmiyorum. Ayrı konu. Ama çabam bu yönde. Okumaktan hoşlandığım metinler yazmaya çalışıyorum. Temel sebep bu sanırım.

Deneysel öykü anlatıcılığının ardından hemen şu soruyu sormak istiyorum: İnsanlar ve İnsanlar öykü seçkinizin, Bir İntihar Üstüne Söylenti öykü seçkinizden farkının ne olmasını istediniz? İnsanlar ve İnsanlar’ı masanıza oturup yazmaya başladığınızda kafanızdaki odak konular nelerdi?

Öykü, tür itibariyle masaya oturdum ve yazdım, işleri yoluna koydum prensibine uyum sağlayabilecek bir tür değil bana kalırsa. Bir kere parçalı olması buna izin vermiyor. Ama ne demek istediğinizi anladım. Kafamdaki odak konular ne kadar farklılaştı ilk kitaptan acaba? Aslında iki kitabı da okuyanlar fark edecektir, benzer temalar var. Ben insanın ve insanın hallerini anlatmaya çalıştım. Bunda ölüm de var, ayrılık da var, aşk da var, politika da var, savaş da var. Belki belirgin değil, belki bazı temalar doğrudan okurun “işte burada” diyebileceği yakınlıkta değil ama saydıklarım ve fazlası orada mevcut. 

Teknik olarak söylemem lazımsa, bu kitapta biraz daha biçimsel çalışmalardan uzak durmaya çalıştım. Hiç yok değil, var tabii ama sanırım ilk kitap kadar yoğun değil. Bu da belki aradaki farklardan biri sayılabilir. 

Kitabın ilk öyküsü Muazzam Döngüsünde kitabın diğer öykülerine hazırlıyor bizi aslında ama bir çırpıda okudum diyebileceğimiz bir açılış öyküsü değil. Aksine durarak, acaba bir şey mi kaçırdım deyip dönüp tekrar bakarak, bir nevi kontrol ede ede ilerlediğimiz bir döngünün içine düşüyoruz. Bir doğum sahnesi mevzu bahis, sonra insanın tanımı (Arapça kökünden) sonra dünyanın tanımı (yine Arapça kökünden) ardından dinozorun tanımı (bu sefer Fransızca kökünden) üniversite tanımı (yine Fransızca kökünden), akan bir paragrafın birden kesilmesi, nasıl bir oyun bu hissi ve öykünün sonunda bir kare kod. Dünyanın muazzam döngüsü adına tüm dikkatimizi toplamamızı istemiş gibisiniz. İstediğiniz şey bu muydu?. 

Yukarıda da belirttiğim gibi sürgit bir akışta okuru pasif bir öğe olarak konumlandırmak istemiyorum ben. Kendim de beni biraz yoran şeyler okumayı seviyorum. Evet, bu yüzden dediğiniz sadece bu öykü için değil diğer öyküler için de geçerli. Biraz dikkat istiyor olabilir. Takibi zor gelebilir ama toplamda bir bütünlük var. Kendi lisanınca notlar alan, sözlük yazmaya çalışan bir adamın defterinden parçalar var o belirttiğiniz kısımlarda. Hepsi ana akışta bir yere denk geliyor. Üniversitenin tanımı durduk yere yapılmamıştır sanırım. Diğerleri de öyle… Öykü kimin ağzından anlatılıyor, bilmiyorum. İki farklı karakter bir noktada birleşiyor gibi. Yoksa değil mi? Biraz da okur yorumlasın. Yoruma çok kıymet veririm ama aşırı yorum da metni zedeler diye düşünüyorum. O ince çizginin üzerinde yürüyebilmek lazım. Okurla karşılıklı adımlar atmak gerekli. Sarı çizgileri ihlal etmeden…

İkinci öykü Bir Rüya İçin Yeniden Ağıt geriye doğru giderek –Bir İntihar Üstüne Söylenti’ye-  bağlantı kurmak istediğiniz veya yeniden bağlantıya geçmek istediğiniz, rüyaların ve rüya yoluyla hatırlamanın devreye girdiği bir öykü. Sizin öykülerinizde bir şekilde -hatırlama ve unutma- kendine yer ediniyor öyle değil mi? Neden? Devam edecek olursak bu öykünüzün hemen ardından gelen Mesut İnsanlar Geçti’nde de, yine aynı kavramlar mevzu bahis. Kullanılan fotoğrafları da atlamadan söylemek isterim. Hafıza adına iki önemli unsurun rüyalar ve fotoğrafların devreye girdiği bu öykülerin kitapta art arda gelmiş olmasını da tesadüf bulmuyorum desem, ne söylemek istersiniz?

Vallahi onu editörüm Beyza hanımın da olduğu bir mecrada konuşmak lazım, öykülerin sıralanmasında payı büyük. Hatırlama ve unutma meselesi benim dünyamda önemli bir alan kaplıyor. Kişisel hayatımdaki geçmiş tecrübelerimle de alakalı muhakkak bu durum. Bir şeyleri unutmaktan korkuyorum galiba. İnsan illaki unutur. Bellek, sonsuz bir alana sahip değil. Ama hayatımızda belli kişiler, olaylar, durumlar vardır. Onları unutmak istemeyiz. Ölmüş yakınlarımın sesleri mesela. Görüntü unutulmaz ama ses -şayet kayıtlı değilse bir yerlerde- zamanla unutulur. Sesi hatırlamak zordur. Veya bir koku. Koku ile hafıza arasında -bilimsel olarak da bu böyle- doğrudan bir bağlantı var. Koku alma merkezi beyindeki hafıza merkezlerine çok yakın. Bu yüzden birinin kokusunu unutmaktan da korkarım. Ki kaçınılmaz olarak unutulur, o ayrı. Rüyalar da bir çeşit hatırlama aslında. Hafıza ile ilgili. Yazı da böyle değil mi? Neden yazarız ki… Unutmamak veya unutulmamak için işte. Zihnin işleyişine, belleğin çalışma biçimine, anılara, rüyalara meraklı biri olarak ben de bunlara yer vermeye çalışıyorum. 

“Babam iyi bir adamdı. Bana göre tabii.” ve iki öykü; Emin Adımlarla, Doğum Günü Gecesi Üzerine Tartışma. Bu iki öykü ile ilgili baba kavramını mı yoksa gayet normal bir yerden anlatılan hikâyelerin yıkıcı unsurlarını mı konuşalım biraz düşündüm açıkçası. Şunu sormak istiyorum bu iki öykü odağında: Özümüz neden yıkıcıdır ya da özümüzü neden yıkmak, parçalamak, öldürmek isteriz?

Her zaman bunu istemeyiz aslında, bazen istemeden gerçekleşir. Yıkmak, yok etmek gerekiyorsa, evet, bunu yapmalıyız çünkü başka türlü hayata devam edebilmek zordur. Yollar her zaman en az ikiye ayrılarak önümüzde devam eder. Birini seçmek -ki aynı anda birçoğunda ilerlemek mümkün değil- diğerlerini yok etmek, yıkmak anlamına gelmiyor mu? Ben bahsettiğiniz iki öyküyü farklı zamanlarda yazdım. Girişlerinde daha sonra aynı cümleyi kullanmayı seçtim, belli bir paralellik kuralım diye. Demek ki parçalama arzusu varmış içimde. Ancak o şekilde insan yeniden kendi yoluna gidebilir, yeni bir hayat kurabilir veya kurduğunda kendini gerçekleştirebilir sanırım. Bizim gibi toplumlarda aileye, atalara, büyüklere önem verilir. Aslında ailemiz, çevremiz, yakınlarımız hep bir engeldir bize. Bir şeyleri yapmaya, var olmamıza, kendimiz olmamıza engel olurlar. Bilerek veya farkında olmayarak. Önemli değil. Ama böyle ilerler. Sanırım biraz bunu göstermeye çalıştım o öykülerde. Karakterler, sonrasında nerelere savruluyor bilmiyorum tabii ama en azından deniyorlar, bundan eminim.

Parçalı bir yapı ve farklı öyküler mevzu bahis olsa da -özellikle Düz Çizgi Çekememek ve Sayıklamalar ayrılmış, farklı öyküler gibi gözükse de- bir tür el verme durumu var. Artık Olamayacağım Şeyler öyküsü ile bu parçalı yapı toparlanmaya başlıyor sanki ve Evde veya Olmamız Gereken Yerde ile iyice netleşiyor gibi. Bir şeyleri anladığımız noktada bir de işin içine “Ev” kavramı, eve dönüş girdiği için mi kitabın son öykülerine doğru böyle bir hisse kapılıyoruz, ne dersiniz?

Ev eşittir çocukluk. Ait olunan yer. Ben böyle bakıyorum. Bu yüzden aslında bütün defolarımız, marazlarımız, umutsuzluklarımız, düş kırıklıklarımız, travmalarımız ve dahası, hepsi orada, evde saklı. Ev hem bir özgürlük alanı hem hapishane. Bir önceki soruyla da bağlantılı gidecek olursam, oradan da kurtulmak gerek. Başarabiliyor muyuz? Hayır. O yüzden ev hep olunan yerdir, orada olmasak bile diyorum. Başladığımız, dağıldığımız ve sonra tekrar toparlandığımız bir alan. Sonra eksilmeler, değişiklikler, her geçen gün bir öncekine benzemeyecek kadar başka bir şeye dönüşmemiz, çocukluğu orada bırakmamız ama aynı zamanda bir parçasını hep içimizde taşımamız, çocukken oynadığımız bahçelerde çocuğumuzla oynamamız… Ama hiçbir şeyin aynı olmaması. Ev, içimizde taşıdığımız ve ölene kadar taşıyacağımız bir duygu. Evet, ev bir mekan değil, bir duygu bana kalırsa.

Kitabın son öyküsü Kendini Öldüren Hikâye’yi de odağa alarak: Dünyadaki tüm varlıklardan farklı olarak insan için bir “olma” ve ne kadar olursa olsun, nasıl bir yapı kuruyor olursa olsun yine de “olamama” meselesi çok sancılı aslında öyle değil mi? Öykünün içinde bold yazılmış ilk kelimeleri çekip çıkardığımda; “aslında kader yok üzerine kurulu insan yaşamı.” Her birimiz kendimizi öldüren hikâyelere mi sahibiz?

Herkes için böyle mi bilmiyorum. Mümkün. Herkesin hikayesinde ölüm kaçınılmaz olarak var. Hatta bu, bütün canlıların belirgin tek ortak noktası galiba. Burada hem olma hem olamama hali var. Bir bütünün parçaları gibi. Düşünsenize, neler neler olmak istedik veya olsun istedik ama olmadı. Olsaydı nasıl olurdu bilemeyeceğiz. Ama bunlar değil mi zaten bizi var eden? Bizi biz yapan… Kendimizi öldüren bir hikaye aynı zamanda yeniden var etmiyor mu bizi? Başka şekilde tabii. Değişmiş, dönüşmüş olarak…Ben ama bir başka ben. Şuraya geleceğim, o hikayelere ihtiyacımız var. Kendimiz olmak ve yeniden kendimiz olmak için…

Son birkaç yılda olup bitenlere baktığımızda sizce dünya yenileniyor mu gerçekten ve bu yenilenmeden edebiyat nasıl nasiplenecek? İleriki dönemlerde nasıl hikâyeler okumaya başlayacağız?

Son birkaç yılda, geçtiğimiz yüzyıllardan farklı ne oldu ki? Biz bu zamanı, bugünü yaşadığımızdan, bizim zamanımız bugün olduğundan içinde bulunduğumuz dönemi biricik sanıyoruz. Halbuki öyle değil. Dünyanın yaşını düşünün. Onun yanında bizimki ne ki? Küçücük. Yine de bu bizi değersiz kılar mı? Herkesin kıyameti kendi ölümüyle kopar derler. Biraz böyle de bakıyorum. Hem bugünü önemsiyorum hem de o kocaman zaman dilimine bakınca çok da bir kıymeti olmadığını düşünüyorum. 

Aslında her dönem kendi içinde bir yenilenme barındırıyor. 19. yüzyılı düşünün. Sanayi devrimi, büyük savaşlar vs. Bugün çoğu çocuk/genç için anlamsız hale gelen televizyon benim kuşağım için nasıl büyülü bir kutuydu. Sabahları kalkar çizgi film seyrederdim. Bugün artık böyle bir şeye ihtiyaç yok çünkü her dakika çizgi film izleme özgürlüğüne sahip çocuklar. Seç ve izle… Artık farklı bir çağda olduğumuz aşikar. Teknoloji bize çok şey söylüyor. Ben bile şu yaşımda, yeniliklere uyum sağlayamıyorum zaman zaman. Ama dünya aynı dünya. Şu kadarcık bir yer ve orada mücadele edip duruyoruz. Biz yaşamıyoruz belki şu anda ama dünyanın farklı bir yerinde insanlar su krizi çekiyor. Başka birisinin tek derdi yeni bir iPhone almak olabilir. Bunların tamamı, bugünün hikayesini oluşturuyor. Bunca iletişim ağına rağmen bu kadar iletişimsizlik yaşanan başka bir çağ oldu mu acaba? Kafası kesilmiş anne haberini nasıl da okuyup atladık değil mi? Madende ölenleri ya da. Kıyıya vuran o bebek cesedini nasıl da paylaştık sosyal medya hesaplarımızda. Çünkü o bebek cesedi de herhangi bir nesne oldu bizim için. İçimizde olması gereken bir şeyi kaybettik galiba. Yeniden onu kazanabilir miyiz, ondan da emin değilim.

Yenilenme demiştik değil mi? Çok uzattım, özür dilerim. Bakın bu da bir yenilenme işte. Yenilenme her zaman olumlu bir anlam içermez. Bütün bunlar, dedim ya, bugünün hikayesi. Edebiyat da bundan azade değil. Ne yaşamışsak, yaşanmışsa onu yazmaya devam edeceğiz. Nasıl hikayeler olacak? İnsanların ve insanların hikayeleri… 

edebiyathaber.net (24 Ekim 2022)

Yorum yapın