Vedat Günyol’un bir konuşmamızda, yazı yaşamının başlarında, “Yücel” dergisine yazdığı yazı ile ilgili anlattığını unutamam. Dahası bu kulağıma küpe olmuştur. Okumadığı bir kitapla ilgili yazdığı yazıyı okuyan derginin yöneticisi Muhtar Fehmi Enata, onu tatlı dille uyarmış. Günyol, demişti ki; “O gün bugün okumadığım hiçbir kitap için tek satır yazmadım.”
Yaşar Kemal’i uğurladığımız şu günlerde yazılıp edilenlere/söylenenlere bakınca, bu imlediğime benzer durumlarla sıklıkla karşılaştığımızı, edebiyat/kültür ortamımızda ne türden bir yozlaşma/çölleşme içinde olduğumuzu gözleyebiliriz.
Bir de, söylediklerini sanıp, hiçbir şey söylemeyenler var ki; bu da başka bir aymazlıktır.
Okumadığı halde yazmak, bilmediği bir şey için konuşmak galiba en çok ülkemizde rastlanan bir olgu. Bir ruh hali, kültür aymazlığı demek daha doğru belki de!
Örneğin; “bu dille felsefe yapılmaz” diyen felsefe bilmez de bizim ülkemizde; Yaşar Kemal’in ailesini Kars’tan göç ettiren edebiyat tarihçisi de…
Okuyup okuduğunu anlamamak… Ya da üstün körü okumak…
Edebiyatta da sanki bir Murat Bardakçı gerek!
Bazen, bazı insanların yanlışlarını/bilmezliklerini/cahilliklerini yüzlerine vurmak gerek, bu arsızlığı/aymazlığı göstermek için…
Buna benzer bir durumla karşılaşmam üzerine dayanamayıp yazmıştım da yıllar önce… Önüne gelen herkesi, her yazarı/kitabı eleştirip kırıp geçen Fethi Naci, bu eleştirim üzerine bana kızmış küsmüştü. Söylediğim şey şuydu: böyle yazarak artık inandırıcılığınızı yitiriyorsunuz.
Sanırım, şimdilerde, benzer duruma düşen sevgili Doğan Hızlan’dır. Hürriyet’te yazdığı son birkaç yazısını, kitap tanıtımını okurken, televizyondaki kitap programını izlerken gözlediğim de budur.
Onun bu tutumu çok eleştirildi: Görmezden gelmek, değerbilirlik ölçüsünü kaçırmak…
Oysa, iyi bir eleştirmen yalnızca görmek istediğini gören değildir. Hele hele üstün körü okuyan, kayıran hiç değil.
Zaman zaman kitaplar gelir bana, imzalı/imzasız. Yayınevleri de gönderir. Kimi zaman da ben isterim bazı yayınevlerinden, ama gerekli gördüklerimi… Kitaplarımın çoğunu da gider kitabevinden satın alırım. Okuyacaklarımı, yazacaklarımı da öyle… Mihnet çekmem anlayacağınız.
Gelenlerin beklentisi de olur diye… Ama hatır gönül için, okumadığım bir kitaba dair tek satır yazmadığımı pekala söyleyebilirim.
İnandırıcı olamazsınız o zaman, yazı uğraşını sürdüremezsiniz… Sürdürseniz de kalp para gibi gezinirsiniz ortalarda…
“Şunun için yazar mısınız” demeyi kınamam, ama ben asla bunu yapmam, yapanlara da tebessüm ederek bakarım yalnızca. Yeni bir yazar adayına da bunu yapmasını önermem.
İnsanın her bir sözüyle dışarıdan nasıl görüldüğüne / algılandığına dikkat ederim.
Okumadığım bir şey için yazmakla inanmadığım / beğenmediğim şey için yazmak bana göre aynıdır.
Binlerce yazı yazdım. Kitaplarım ortada. Binlerce saat ders verdim, yığınca konferans, söyleşi, vb. Binlerce öğrencim, yüzlerce okurum, tanıdığım yazar çizer oldu. Şunu hep ilke edindim: İnandırıcı olmak. Onlarla ilişkim/yakınlığım hep bu minvalde sürdü, sürüyor da.
Çünkü vicdan duygunuz sizi böyle kılıyor. Kırıldığım çok oldu, ama asla eğilmedim. Başkaca yolu da yok.
Yaşar Kemal bize bunları öğretti.
O, her şeyden önce inandırıcı bir yazardı. Yaşadığı gibi yazdı, yazdığı gibi yaşadı. Yaşadığı çağın insanına/gerçeğine bakma bilincini aşıladı bize. İnsana olan inancını hiçbir zaman yitirmedi. Büyük bir gelenekten geliyordu. Ve bize bıraktığı da yeni bir geleneğin birikimiydi. İşte bunun en başında da inandırıcı olmak vardı.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (10 Mart 2015)