Söyleşi: Gamze Erkmen
İnci Aral’ın kaleme aldığı, Sevgili, geçtiğimiz günlerde Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlandı. Kurguda, yazarın kendi deyimiyle bir hayal ustasının, Yılmaz Güney’in hayatından esinlenerek yarattığı başkarakter Yavuz Günay’ın hayatı işleniyor. Yavuz Günay, geleceğe, devrime umutla bakan, ilkelerinden vazgeçmeyen devrimci bir sanatçı kimliğiyle okuru geçmişe, ülkenin yangın yıllarının tam ortasına götürüyor. Roman Türkiye’nin darbeler döneminden çok önemli kesitler içerdiği gibi, karakterin hayatı çerçevesinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamından, Maraş Olaylarına, 1 Mayıs’tan darbe dönemi cezaevlerinin durumuna kadar pek çok toplumsal yaraya dokunuyor. 1960’lı yıllardan 85’e kadarki süreçte devrim aşkıyla sinemasını birleştirmiş Yavuz Günay’ın sevgilisi, eşi, yol arkadaşı Nilüfer ile olan aşkı ise onca acının içinden, bir güneş gibi doğuyor. Sadakatle yüklü bu aşk hikâyesi ile birlikte usta bir sinema sanatçısının tüm sevgililerini, aslında o dönem Türkiye’sinden yola çıkarak bugünü, Yılmaz Güney sinemasını, edebiyatını, tutkularını, kısacası Sevgili’yi konuştuk İnci Aral ile.
Yavuz Günay tamamen Yılmaz Güney diyebilir miyiz, yoksa esinlenme neticesinde yaratılmış bir kurgudan mı ortaya çıktı Sevgili?
Roman kahramanlarımı yaratırken ender olarak bir kişiden ama çoğunlukla bir çok kişinin benzer hikaye ve özelliklerinden yola çıkıyorum ve onları asıl anlatmak ve vurgulamak istediğim insanlık durumunun taşıyıcıları olarak yeniden tasarlayıp kurguluyorum. Sonuçta ortaya çıkan gerçek bir kişi değil bir roman kahramanı oluyor. Bu insanları her şeyden önce yaşadıkları tariksel dönemin, toplumsal, ekonomik ve coğrafi ortamın içersindeki konumlarıyla kavrıyorum ve var oluş koşullarını hikayenin ötesinde anlamaya çalışıyorum. Çünkü bütün insanların hikayeleri birbirine benzer, ayırıcı ve inandırıcı olan yazarın bakışıdır. Sevgili de böyle yazıldı. Burada artık gerçek kahramanın kim olduğunu sorgulamanın hem benim için hem de okur bakımından fazla önemi olmayacağı kanısındayım.
Kurguyu irdelemeye, klasik ama sorulması gerekenle başlamak istiyorum. Yılmaz Güney gibi bir figürden esinlenerek bir karakter yaratma cesaretini göstermek kolay olmasa gerek. Neden bir başkası değil de Yılmaz Güney?
Yazmak zaten başlı başına cesarettir. Yazarın şu ya da bu kişiyi neden seçtiği, onda neyi gördüğü ve göstermek istediği ise romanın bütününde saklıdır. Bazı insanlar bir roman kahramanı olarak doğarlar bazıları da yaşamlarıyla ve yaptıklarıyla kahraman haline gelirler. Ama evet, bir romancının esinlendiği insanı romanının gerçek kahramanına dönüştürmesi kolay olmayan bir süreçtir. Ben Yavuz Günay’ı sahici kılabilmek için yirmi yıl bekledim.
Okur, Yavuz Günay’dan hareketle, hem devrimci, hem sinemacı hem de aşık Yılmaz Güney ile tanışıyor. Bir yanı hayatla kavgalı, öfkeli, bir yanı çiçekli, merhametli, yumuşak bir adam. Sizi en çok etkileyen Yılmaz Güney hangisiydi?
Yılmaz Güney, bunların tümünü bir bütün olarak kendinde, benliğinde taşıyabilen son derece duyarlı, olağanüstü yetenekli ve çok yönlü bir insan. Yaratıkları, tutkuları ve zaaflarıyla değişime, gelişmeye açık. Mücadele inadı, romantizmi, hayal gücü ve edebiyata aktarılma zenginliğiyle beni kendisini yazmaya zorladı.
Yavuz Günay’ın var olma mücadelesi olarak özetlenebilecek Sevgili’nin kurgusunun oluşma aşamasında, kendini yazdıran şey tam olarak neydi? Elbette esinlendiğiniz sıra dışı ve gerçek bir hayat hikâyesi vardı ama yazar olarak sizi alt tarafta rahatsız eden başka bir şey mutlaka olmalı diye düşünüyorum.
Gerçekte de romanda da ölmeden önce hayatını romanlaştırmayı çok isteyen bir yazar var. Ne yazık ki bunu yapamadan hayatını kaybediyor. Bu beni üzdü ve etkiledi. Biraz da bu nedenle yazmak istedim.
Yavuz Günay karakterinin çocuk cezaevinde yaşanan bir isyanı anlatmak istediği filmin senaryosundan, oldukça rahatsız edici, vicdanları sızlatacak bir işkence sahnesinin çıkartılmasına karar verdiğini anlattığı bölüm beni çok etkilemişti. Siz, aşırılık içeren yaşanmış bir şiddeti aktarmanız gereken durumda, yazacaklarınızın gerçek dışı bulunması ihtimali karşısında yazdıklarınızı törpülemek durumunda kalsanız ne yapardınız?
Kahramanmaraş olaylarını anlattığım Kıran Resimleri adlı hikaye kitabımda aşırı şiddet ve vahşet içeren anlatımları edebiyat diliyle yumuşattım. Ancak sinema dili görselliğe dayanır ve bu tür sahneleri açıkça göstermek çok rahatsız edici olabilir. Tümüyle göstermeden anlatabilmekse zor olabilir. Bazen bu yoğunlukta bir şiddet sahnesini çıkarmak ya da hiç koymamak daha iyidir.
Yılmaz Güney’in edebiyata olan tutkusu malum. Sevgili’de de, kurgu içinde yazdığı mektuplar, ölümünden önce yazmaya başladığı romanının girişine ilişkin notlar oldukça dikkat çekici. Sizin bir de mesleki anlamda kendisiyle ortak yönünüz var. Orhan Kemal roman ödülünü ilk kazanan yazarımız, Boynu Bükük Öldüler isimli romanıyla Yılmaz Güney. Siz de 2004 yılında Mor isimli romanınızda aynı ödüle layık görüldünüz. Yazar kimliğindeki Yılmaz Güney’e ilişkin görüşlerinizi merak ediyorum. Yazdığı romanları okuduğunuzda neler hissetmiştiniz?
Yılmaz Güney toplumsal gerçekçi çizgide değerlendirilecek bir yazar. Gençlik yıllarında yazdığı ve bir tanesi çocuk yaşta hapis cezası almasına neden olan hikayelerde dönem eğilimlerine uygun yenilikçi, duygu yoğun ve daha kapalı bir anlatım var. Ancak sonraki iki romanında Orhan Kemal’e yakın bir yaklaşımı benimsiyor. Okurda isyan duygusu yaratan, vicdan sorgulamasına neden olan çarpıcı gerçekleri, adaletsiz bir dünyayı ve ezilip horlanmış insanlar yalın, son derece canlı gözlemlerle dile getirmekte çok usta. Sonradan yazarlığının yepyeni bir sinema dili yaratmakta etkili olduğunu görüyoruz. Çekilecek filmini hapishane koşullarında kafasında kare kare görebilen, gördüğünü en iyi biçimde gösterebilen bir sinema adamı oluşu biraz da edebiyatın içinden geliyor olmasıyla ilgili.
Kurgunun temelini, 1960’lardan başlayıp 80’li yılların ortasına kadar yaşanan süreçte sarsıcı siyasi ve toplumsal olayların oluşturduğunu görüyoruz. Bu sizin pek çok romanınızda, örneğin Şarkını Söylediğin Zaman isimli kitabınız ya da öykü kitaplarınızda, Uykusuzlar gibi, mevcut olan bir durum. Sevgili üzerinden sormak gerekirse, esas anlatmak istediğiniz Yılmaz Güney’in temsil ettiği ideoloji penceresinden o dönemin Türkiye’si olabilir mi?
Şimdiye kadar yazdığım romanların tümünde insan hikâyeleri bağlamında Türkiye’nin belli başlı dönemlerini anlattım. Süregiden ve insanımıza yansıyan olumsuz durumları sorguladım. Sevgili’de 1965-1985 arasında iki askeri darbeyi içine alan bir dönem temel çıkış noktam oldu. Bu ülkede yönetimler her zaman sanatçısını, aydınını, yazarını düşman saydı. Acı gerçekleri dile getirmeye çalışanların sesini kesmeyi görev bildi. 1965’den sonra dünya çapında yükselen 1968 hareketinin de etkisiyle toplumun kabuğunu kırmaya çabaladığı, gençlik ve işçi hareketinin yükseldiği bir sürece girildi. Ancak adaletsiz ve bozuk ekonomik yapı, sürekli değişen yetersiz siyasi iktidarların çözümsüz tutumları toplumu huzursuzluğa sürükleyerek e böldü. Asıl hedefi belli bir toplumsal kabul kazanan sol düşünceyi ezmek olan 1971 askeri darbesi yapıldı. İşkencenin, göz altında ölümlerin, kayıpların ve acımasız bir baskının adı olan bu dönem çok can yaktı. Toplu katliamların, suikastların olduğu, ülkenin kanlı bir arenaya döndüğü daha korkunç bir on yılın sonunda ise bir askeri darbe daha, 12 Eylül geldi. Bu da uygulanan devlet şiddetinin yoğunlaştığı bir süreçti. On sekiz yaşındayken komünist diye peşine sivil polis takılmış Yavuz Günay hem kendine öcüler yaratmış devlet aygıtının hem de bu iki darbenin önde gelen kurbanlardan biriydi. Onun hikayesiyle baka kurbanları da anmak ve toplumsal belleği sistemli bir biçimde silinen ülkemiz insanına bugünlere nasıl geldiğimizi hatırlatmak istedim.
Sevgili, kapağı ile de en az içeriği kadar dikkat çekmeyi başaran bir kitap. Bu yüzden ön kapakta yer alan “Benim ülkemde mutluluk henüz çiçek açmamış bir ağaçtır. Tohumu toprağa düşmemiştir bile,” cümlesinden de bahsetmek istiyorum -ki es geçilmemesi gereken bir anlam içermekte. Sizce bu cümle tam olarak neyi ifade etmekte? Bugün artık o tohum toprağa düşmüş diyebilir miyiz?
Bu sözün içeriği, anlamı çok açık, açıklamak gerekmiyor. O tohum tabii ki hala toprağa düşmemiş durumda. Gerçekte halkının en az yüzde elli beşinin mutsuz, kaygılı ve darda, düşünce ve ifade özgürlüğünün baskı altında, adaletin taraflılık ve kuşku içinde olduğu bir yerde mutluluktan söz edilebilir mi? Geri kalan yüzde kırk beşin masallarla avutulduğu bir sadaka toplumunda mutluluğun çiçek açtığı ağaçlar görmek mümkün mü?
Peki, darbeleri, bu darbelerin yarattığı toplumsal travmaları, belki de her seferinde bastırılıp bu baskıdan doğan devrimci gençliği ya da o günlerde genç olup da bugüne gelmiş Yılmaz Güney jenerasyonunu bir yazar olarak değerlendirdiğinizde, yaşanılanları ve bu yaşanılanların sanata, edebiyata olan etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sorunuz içinde birçok soru barındıran, başlı başına bir söyleşi konusu. Ayrıca konuşulmalı. Kısaca; o günlerden bu yana Türkiye de dünya da çok değişti. İnsanın bu değişimin dışında kalması düşünülemez. Bilim ve teknolojideki büyük gelişmeye rağmen insanlık bilinci tarihin gelişme çizgisine paralel bir seyir izleyemedi. Dünya daha güzel, adil, yaşanası bir yer olamadı. Olabilmesi için gereken ortam ve koşullar kadar bu isteği taşıyan insanlar da türlü yollarla yok edildi. Bölgesel savaşlar, silah üretim ve ticareti, mülteci sorunları ve sayısız sorunun var olduğu bir dünyada, tüm olumsuzlukların bize de yansıdığı bir ülkede yaşıyoruz. Üstelik daha da kötüyüz. Emek sömürüsü, kadın ve çocuk mağduriyetleri, işsizlik, terör, hukuksuzluk, yoksulluk, dinci siyaset gibi sorunlarla boğuşuyoruz. Bu ortamda devrimci yaklaşım da saflığını yitirdi, radikal bir terör çizgisine indirgendi. Demokrat bir tavır takınmak daha gerçekçi bir tutum oldu. Aydınlar baskıyla sindirildi ya da sağa yakın bir dönüşüme zorlandı uğradı. Çoğunluk ekmeğini kazanma, hayatı sürdürebilme derdindeyken para, maddi değerler, kişisel hırslar her şeyin önüne geçti. Facebook, magazin kültürü, beyin boşaltma çağını yaşıyoruz. Bütün bu sorun ve olumsuzlukların sanata edebiyata yansıması beklenir ama henüz yeterince yansıdığı söylenemez. Çünkü edebiyat da büyük ölçüde ticarileşti, eğlenceliğe dönüştü. Yine de büsbütün karamsar değilim. Bir geçiş dönemindeyiz sanırım. Çünkü karanlık bastıkça başımıza geleceklerden ürkenler, ne olup bittiğini anlamaya çalışanlar çoğalıyor. Okuma oran ve isteği, nitelikli edebiyata ilgi artıyor. Yazan, yazmak isteyen gençler geliyor.
Romanda Yavuz Günay’ın yaratma sürecinde çektiği sancılar, anlatılması güç, pek çok insanın o acıyı çekmeden bilemeyeceği, yaratma sürecinin ağırlığını taşımadan o aşamaya gelemeyeceği kadar yoğun. Sizin roman yazma süreciniz, karakter ve olay örgüsü yaratım aşamalarınız da böylesine yıpratıcı mıdır? Bize kendi yazma tutkunuzu Sevgili’de yarattığınız karakterle kıyaslayarak anlatabilir misiniz?
Sanatsal yaratma süreçleri birbirlerine benzer. Aynı sancılar, kararsızlıklar, kaygılar yaşanır. Ayrıca bir romandaki karakterin içinde her zaman yazarın kendinden de bir şeyler vardır. Yaratma sancısını, acısını ve tadını bilmeyen biri romanında bunları yaşayan birini nasıl anlatabilir ki?
Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güney’e ait bilgi ve belgeleri izinsiz kullandığınız iddiasıyla tarafınıza bir dava açıldı. Bu konuya ilişkin yayıneviniz tarafından açıklama da yapıldı. Gelişmelerle ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
İddia ve suçlamalar tümüyle gerçekdışı. Uydurma. Yersiz ve çirkin bir iftiradan öte değeri yok. Bu konuda dün yaptığım ayrıntılı açıklama basında yer aldı. Daha fazla üzerinde durmaya değmediğini düşünüyorum.
Gazme Erkmen – edebiyathaber.net (22 Haziran 2016)