İnsan, incindiği yerdedir! | Feridun Andaç

Ekim 29, 2019

İnsan, incindiği yerdedir! | Feridun Andaç

“Bahtiyarsınız, şikâyet etmeyin.”

Anton Çehov

Sese ne kadar duyarlısınız?

Ötelerden gelene, yakınınızda olana… Ya da rengiyle, tınısıyla sizi kendine/kendinize kavuşturana…

Ses, bazen yalnızlığınızın dokusunu oluşturur. İçinizdeki ıssızlığa dokunur… Çağrışımların da ötesine geçerek imge havuzlarında gezinirsiniz bununla gelen esintide.

Hatırlayan ve hatırlatandır.

Ses, esintidir evet.  İnsanı insana çağıran, hatta yaşanmışlıkları hatırlatan, geçilip gidilen yerleri/mekânları belleğinizden alıp bir yerlere taşıyan.Düşe, sevince, bakışa, duyguya nakşeden… sonrasında da hatırlanan bir ezgiye dönüşen. Bazen de ezberinizde, zihninizin kıvrımlarındaki benlik tınısı olan…

Gösterendir ses. Hele yanına kokuları taşıdınız mı, sizi tanımlayan bir yerin/coğrafyanın iklimini anlar, anlatırsınız da.

Öyle bir yerde, öyle bir günde, öylesi birinin bakışından geçerek yaşamak ne demektir bilir misiniz?

Sesin sessizliğine, bir yüzün aylasında ışıyan ışıltıya, toprakta sürgün verip filizlenen bir tomurcuğun özlemine yansıyan ve dalga dalga akıp gelen esintidir işte o ses. İnsana kendini hatırlatan, içgözünü açan, benlik sanrılarından arındıran, o duru saydam halini başkalarına da gösteren… Adeta can gövertisi gibi de salınan  her bakışta kendine yer açıp insan ruhunu devindiren…

Anton Çehov’un “Martı” oyunundaki Nina’nın şu içli söylenişi gelir aklıma hep, bir sesin bir sese ulaşamadığı, ama hep bunun özlemini hissettiği zamanlarda:

“Yapayalnızım. Yüzyılda bir ağzımı açıp konuşurum. Ama

sönük çıkar sesim bu boşlukta, kimse işitmez beni… Siz de ey

soluk ışıklar, siz de duymuyorsunuz beni!” (Çev.: Nihal Yalaza Taluy)

Birini duymak için önce kendini duyması, hissetmesi gerek insanın. Kendi ben’indeki varoluşunun anlamına dönük olmalı bakışı.

Gidince sever insan. Çünkü görmeyi öğrenmiştir o yolculukta. Orada ses de vardır elbette, renk ve dokunuş da… Sonra, seçtiği zamanların, yaşadığı mekânların efendisi olmaya karar kılınca da yalnızlığının gönüllüsü olmaya verir kendini. Yaratmak ve patikasını açmak için kaçınılmaz olanı seçer.

Gönlünce yöneldiği yerde bir sesle buluşursa eğer, yani ruhdaşlık edebileceği bir sese kavuşursa; zamanın bütün zorluklarına da karşı koyma, hatta itaat etmenin hapishanesinden de kendini kurtarma bilincine erişecektir o ân.

Sesle çoğalma, var olan şu bozgun zamanların neden niçinlerini de bilmektir. Ve umut edebilmektir. Diyordu ya Rebecca Solnit;

“Yapıp ettiklerimizin  nasıl ve ne zaman önem kazanacağını, kimi ve neyi etkileyeceğini önceden bilmesek de, yapıp ettiklerimizin önem taşıdığı inancıdır umut.”

Bir sese gitmektir, bekleyişleri yeşertmektir umut. Belirsizlikleri de ortadan kaldırmaktır.  Sizi taşıyan zamanların, yaban dillerin savruntusunda sürüklenen hayatların incindiği yerde olmaktır o sese kavuşmak. O burgun, ezgin bakışların elinden tutup düştükleri yerden kaldırmaktır.

Eğer bir sese kavuşamıyorsanız, içinizin puslu yalnızlığına dönüp bakın. Hatta hatırlayın derim Çehov’un bir başka oyununda, “Üç Kız Kardeş’teki kahramanı İrina’nın şu söylenişini:
“Yaşam güzel diyorsunuz, ya sadece görünüşteyse bu? Biz üç kız kardeş için henüz bir güzelliği olmadı bu yaşamın. Ezdi, yabanıl otlar gibi kapladı bizi…  Gözlerimden yaşlar akıyor… Gerek yok buna…

Çalışmak gerek, çalışmak… Çalışmanın ne olduğunu bilmediğimiz için yaşam böyle iç karartıcı görünüyor bize.  Bizler emek harcamayı hor gören insanların çocuklarıyız.” (Çev.: Ataol Behramoğlu)

Bir sese kavuşamamışsanız eğer, aşınma ve sinme zamanına da tutsak olmuşsunuzdur demek. Oysa insan çoğalarak, çoğul ses olarak kavuşabilir birbirine, istediklerine.

İşte insanın asıl incindiği yerdir bir seste olamamak, benliğini sarmalayabilecek bir sesle yol alamamak… Ve kendini kendi yapan bilince kapıyı aralamak için karanlığın üstüne gidememek… Bir sesin arayışında olamamak, buna kavuşmak için çaba, emek vermemek belki de! Umut etmeyi bilememek, buna dönük düşünememek…

Sanki bunu da gene en iyi anlayan, anlatan Çehov’dur:

“Sonya:

Dinleneceğiz! Melekleri dinleyeceğiz, elmas gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştan başa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve hayatımız bir okşama gibi dingin, yumuşak, tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna.” (“Vanya Dayı”, Çev.: Ataol Behramoğlu)

İşte sesin sese kavuşmasıyla belki de dünyanın incindiği yeri de görme bilincine kavuşacağız…

edebiyathaber.net (29 Ekim 2019)

Yorum yapın