Gregory Galloway, Adam Strand’ın Otuz Dokuz Ölümü’nde, intihar konusuna farklı bir bakış getiriyor.
İnsan kaç kere ölebilir? Beş, on, yirmi, otuz, otuz dokuz..? Rakamlar alıp başını giderken ölmek de, tıpkı nefes almak gibi -soluk alıp verdikçe- gerçekleşen bir şey. Düşünün bir, dirimselliğinizi her tazeledikçe aynı zamanda ölüyorsunuz. Her itirazınız, her baş kaldırınız bir ölüm. Ölüm aslında soyut bir kavram. Ölüm nedir? diye sorduğumuz andan itibaren oluşan felsefi çeper, ölümün aslında bir ölümsüzlük olduğuna dair karşıtına dönüşüyor.
Bu iki şey, yani yaşamla ölüm bu kadar samimi, sıkı bir şekilde yan yana durdukça, aralarındaki geçirgenlik de bir o kadar hızlanıyor. Kuşkusuz ölümü, bulunduğumuz yerden çok uzaklara fırlatarak onun absurd, fantastik halini rahatlıkla betimleyebiliriz. Böylelikle gerçekliğini kanıtlamakla kalmaz, onu kendi irademize hapsetmenin olanaklarını hayal ederiz.
Adam Strand da benzerini yapıyor. Henüz çok genç olan (17) Strand, tam otuz dokuz kez ölümle öyle bir yarışa giriyor ki, her defasında kaybediyor. Aslında Strand mı ölüme, ölüm mü Stanrand’a meydan okuyor belli değil.
Yer altı edebiyatının usta isimlerinden Gregory Galloway, Adam Strand’ın Otuz Dokuz Ölümü’nde, ölmek isteyen, -bunun için de bir hayli girişimde bulunan- genç bir adamı çıkarıyor okuyucunun karşısına. Strand’ın ölme isteğinin gerekçesi ise çok basit; “can sıkıntısı”, boşluk…
Küçük, kirli bir su göleti gibi…
Peki, yukarıda belirtilen nedenler ölmeyi isteyecek kadar yeterli mi? Bunun yanıtını Strand, kendisini bize tanıttıkça fazlasıyla veriyor. Şöyle ki; meselenin sadece can sıkıntısı olmadığını, yaşıyor(muş) gibi yapanları kontrol altına alan sistem(ler)in, -hayat küçük kirli bir su göleti haline geldiği halde-, bu kirlenmiş su etrafında yaşam enerjisi arayanların, küçük işlerin, her gün tekrarlana tekrarlana bıkkınlık veren pratiklerin… ölüm demek olduğunu… Yani “biz fabrikalarımızı ve fast-food zincirlerimizi doldurmayı tercih” edip, “barları ve nezarethaneleri işgal etmeyi, benzin pompalamayı, masa başında beklemeyi, bar tezgahı üstünden eğilmeyi ve asla yuvadan ayrılmamayı ya da ağaçtan düşmemeyi” her dilediğimizde “kımıldamadan doğduğumuz yerde “ ölüyoruz.
Aslında Strand’ın duyumsamaları, zihin/ruh yapısı, sevinç ve acı karşısında gösterdiği tepki, yeme-içme, eğlenme, arkadaşlık ilişkileri, öğrencilik hallerini… yaşayış biçimiyle bizden bir farkı yok. Sadece itiraz ediyor. Ama biz bunu hissediyoruz sadece, öyle olması gerektiğini düşünüyoruz. Zira Strand’ın gözünden anlatılan bir dünya var karşımızda ve tüm cilaları döküldüğünden sadece paslarıyla öne çıkıyor. Orta sınıf bir ailenin iki çocuğundan biri olan Strand’ın, eğitimli anne-babasının tüm titiz ilgisine rağmen intihar teşebbüslerinden vazgeçmemesi varoluşsal bir tuzak sadece. Strand, ölüme doğru hızla koşarken, yaşamın anlamıyla ilgili duygusal, ruhsal dinamiklerin de kendine yer açmak istediğini söylemeye gerek var mı (?!) Metinde asıl olarak söz konusu dinamikler saklı bulunuyor. Tabii burada okuyucuya –titiz olmak gibi- biraz iş düşüyor.
Şöyle sorabiliriz; bir nehir (Mississippi) çevresinde şekillenen genç bir adamın yaşamıyla, intihar tutkusu bir araya gelirse ne olur? Hiç de tahmin ettiğimiz gibi olmadığını söylemek yeterli mi (?) Strand’ın yalpalamalarının sadece karamsar bir atmosfer içinden görünmeyip, trajik olaylarla ilerlemediğinin altını çizmekte yarar var. Gerçek hayatta da bir insanın ruhunda ne olup bittiğini anlamanın çoğu kez mümkün olmadığı gibi.
Konuşarak düzeltemeyince…
Metnin ana karakteri Strand’a dönersek, konuya “düz ve basit” bir şekilde “var olmak istemiyorum” diye giriyor. Tabii bunu psikiyatrına söylüyor. “Zihin ve beden arasındaki iletişim” problemi yaşadığını psikiyatr yerine Strand’ın ifade etmesine ise dikkat! Bu noktada, modernitenin bireye sunduğu çözüm odaklarının içinin ne denli boş olduğuyla ilgili vurguyu yapmayı es geçmeyelim. Ee, karakterimizin dünyayı da değiştirmek gibi bir derdi yoksa… Bu durumda da bütün sorun, bireyin sıkıştığı yerden çıkmak için verdiği çabada gibi gözüküyor.
Bir seans esnasında Strand’ın kendi kendisiyle yaptığı konuşma belki yol gösterici olabilir; “Ve sonrasında ilaçlar vardı. Konuşarak düzeltemediklerini kimyasallarla halletmeye çalıştılar. Beni kendim olmayan solgun, sahte bir çeşidim gibi hissettirmek dışında, hiçbir şeyi değiştirmedi. Çok fazla konuşuyor, çok fazla uyuyordum ve kendimi diğer insanlardan, hatta kendimden birkaç saniye geride hissediyordum, bir tiyatro oyunu izlemek gibi ama aynı zamanda hakkında konuşmak zorunda olduğun bir oyun. Nefret etmiştim ve kendimi daha fazla öldürmek istiyordum sadece. Ufak bir seriye başladım ben de –atlamak, kesmek, aşırı doz almak ve hatta kendimi boğmak (ki daha önce denememiştim). Onlarsa ilaçları değiştirdiler ama beni değil…”
İçinde bulunduğumuz durumu daha iyi anlamak için –Strand gibi- uçlara kadar gidip, o keskin kıyılarda kısa bir süre durmakta yarar olabilir. Tabii, verili yaşam alanları uçlaşmamışsa. Ancak, yaşadığımız ülkeye yüzümüzü çevirdiğimizde bunun aksini söyleyemiyoruz ne yazık ki.
Aysel Sağır – edebiyathaber.net (26 Kasım 2015)