-Ustam, öğretmenim, dostum Emin Özdemir’in anısına
“Gen Bencildir”i okuyorum nicedir. Kitabın bir yanıyla “düşsel”, diğer yanıyla da “sorgulayıcı” okuru olarak zihnimi kanatlandıran birçok şey/i bulduğumu söyleyebilirim anlatılanlarda.
Bir yazarı tanıma/anlama yolculuğuna çıkmıştım öteden beri. Ona dair yazdıklarımla birlikte yazacaklarımı bir araya getirip tasarladığım kitabı kurarken, yan okumalarımdan birinde Samuel Beckett’in bir sözü çıkmıştı karşıma:
“Ben zaten hiçbir şeyin derinine inmedim ki.”
Bu, şu anlama mı geliyordu: Hep yüzeysel şeyler yazdım! Ya da, yüzeyde/dışta görünene değindim, insanın derinine in(e)medim! Bence bu sorunun yanıtı gene yazarın bu tür sözlerinde değil, aslında yazdıklarının içindedir. Çünkü Beckett vari yazarlar aslında kendisine giden yazarlardır. Onun Proust’u keşfetme/anlama merakı da bu yüzdendir. Tutup Joyce’a gitmesi, onun kızıyla gönül ilişkisine yönelmesi hep bu gitmelerinin sonucudur aslında.
İnsan, gidince kendini görür. Ama önce kendine gidebilmesi için başka bir ben’e gitmeyi de öğrenmesi gerekir. Bu ister kadın, ister erkek olsun öyledir. Giden insan zenginleşir. Belki de bunu bir özdeyiş olarak bile almalı!
Yeni zamanların kült yazarı olan “benim yazarım”ın izinden giderken, başka karşılaşmalara da uzanıyordum. Gene şu gen kitabı başka başka kapılar aralamıştı bana. Bir de elbette ki Jung’un “Dört Arketip”i.
Yalnızca yazan/yaratan insanın değil; düşünen, evrende soluk alan her insanın kendine dönük bir bakışı/yaşama felsefesi oluşturabilmesi için önce kendine gitmeyi öğrenmesi gerekir diye düşünürüm. Mademki insan kendini inşa eden bir canlı… Bunu; Gaudi’nin bir katedral/i inşa etmesine benzetirim. Hiçbir zaman tamamlanamayan, ama yapılma/inşa sürecinde de bin bir özenle bunun tutkusunu heyecanını yaşayan… Kendini bütün ruhu bilinciyle oraya taşıyan.
Sonra, nedir ki; insan yeryüzünde tamamlanamayan bir canlı değil midir? Siz her şeyi alıp ederek, dünya zenginliklerine gömülerek tamamlandığınızı mı sanırsınız? Ne yanılgı!
Bilmem nerenin prensi ülkeye 300 valizle gelmiş, dönüşünde ise bu sayı 800’e çıkmış! Bu insan aldıklarıyla neyi tamamlamış olabilir ki? Hoş diyeceksinizdir ki; bakalım onun derdi kendisiyle mi, yoksa çevresindeki aveneleriyle midir?
Eğer öyleyseniz siz de korkarım budalasınızdır!
Kendine bakmayan, kendini görmeyen/bilmeyenleri budala olarak nitelendiririm. Tahsin Yücel ile bunu sık sık konuştuğumuz olmuştur. Son romanı “Sonuncu”nun kahramanı Selami Bey biraz öyle birisiydi. Kendini bilmeden roman yazma budalalığına soyunması onu nasıl da gülünç durumlara düşürüyordu. Öncelikle ailesi karşısında… Her şeyini bir tek roman yazmaya adayan insanın hezeyanı ve hüsranı Tahsin Yücel’in ironik bakışıyla benzersiz biçimde dillendirilmişti. Günümüze o kadar göndermeleri vardı ki bu romanın…
İnsanın kendini bilmeden bir şeye başlamasının nasıl hüsranlara neden olabileceği açısından da okusanız bu roman ironik bir başyapıttı benim gözümde.
Üstüne üstlük kendine gidemeyen insanın insanlara çağrısı olabilecek bir şeyler yapmaya soyunması ise düpedüz budalalık. Bu biraz da “ayranı yok içmeye” anekdotuna dönüşür.
İnsanın kendisini çıkmazlara sürüklemesi de bu kendini bilmezliğinden kaynaklanır sanki!
Gen öğretir bence!
Yazı da, edebiyat da öyle. Bu nedenledir ki her üçü de başkalarının gözünde “zararlı”dır.
Çünkü bir toplumda kendini bilmeyenler işin başına geçince, yani ayaklar baş olunca, göç geri dönünce nasıl topallar önde giderse; kendini bilmeyen bir dolu insan yazmaya soyunursa yaşama ortamımız/edebi/kültür genimiz de böylesine çölleşir. Ne diyelim.
Yıllar önce, bir kitabında, “Kendini Yaratan İnsan” diyerek insanlığın kültür kökenlerinde söz etmişti Bozkurt Güvenç. Şu tespiti de aktarmıştı:
“İnsanbilimin verilerine göre, insanlığın evrimi iki döneme ayrılır: Tarihöncesi (biyolojik) ve tarih (yazı) sonrası (kültürel).”
İşte bu iki uçtaki zamanın var ettiği insan evrenin sahibi olarak kendi kendini inşa yolculuğunda yeryüzünün dillerini kurup kültürlerini yaratırken bir köken de var edip bir bellek oluşturuyordu insanlık adına. Her çağ kendi zamanını, her zaman da kendi gerçekliğini var ediyordu. İnançtan bilime, bilimden sanata süren yolcuğunun hem kahramanı hem de anlatıcısı/taşıyıcısıydı insan. Bugünkü bilgimiz/bilincimiz o süreçlerden akıp taşıp gelenlerle var olandı aslında.
Öyleyse insanlık ne düne sırtını dönebilir, ne de yarını kurmak düşünden vazgeçebilirdi.
Bunun için de çağını anlamak/yorumlamak, tanımlamak gerekirdi. İşte sanatın/kültürün rolü burada başat öğedir. İnsan kendini inşa ederken bunlarla donanarak o yolculuğa çıkar.
Galiba dille süreduran yolculuğumuzun anlamı da burada. Bize bunu ömrünü vererek anlatan bir dil/düşün ustası Emin Özdemir’in yazınsal birikimini sanki şimdi okumanın zamanı. Onu sonsuzluğa yolcularken, insanın kendini inşa etme yolculuğunu da düşündüm; “Dilin Öte Yakası”, “Düşüncenin Canı” kitaplarını yeniden okumaya yönelirken.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (5 Eylül 2017)