Ayşe Kulin “Nefes Nefese”nin “teşekkür” yazısında şunları dile getiriyor: ”Nefes Nefese, hiç kimsenin yaşam öyküsü değildir. Roman İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da görevliyken, Hitler’in pençesine düşen (Türk asıllı olan veya olmayan) pek çok Musevi’yi kurtarmaya başarmış Türk diplomatlarının ve Fransız Direniş Hareketi’nde görev alan bir Türk gencinin yaşadıklarından esinlenerek yazıldı” diyor.
Nefes Nefese, “ Baba evine dönmeyeceğim abla. Beni sırf, Müslüman olmayan bir erkeği sevdim diye hayatından çıkaran babamın evine dönmeyeceğim…” diyen Selva’nın, gurbet cehenneminde geçen trajik yaşam mücadelesidir. “ Son Osmanlı paşalarından Fazıl Reşat’ın kızı Selva ile âşık olduğu Musevi genci Rafael, evlenmelerine karşı çıkan aileleri tarafından dışlanır. Rafo ve Selva, birkaç arkadaşının huzurunda evlenirler. Nikâhtan sonra Pera Palas’ta düğün yemeği yerler, ertesi gün Paris’e hareket ederler.
Romanın kahramanları Selva ve Rafael’in İstanbul’da başlayan Paris ve Marsilya’da devam edecek canlı, heyecanlı hayat sahneleri başlayacaktır. Duygusal tedirginlikler, ruh ürpermeleri, savaş rüzgârları, gelecek kuşkusu Selva’yı düşündürür. Hatta Rufo’dan ayrı kalabileceğini; içsel duygulanımlarını şöyle açığa çıkarır: ”Rufo, beni sevdiğin, beni istediğin halde, bir gün başka biriyle evlenmek ve onunla sevişmek zorunda kalacaksın. Ben de öyle.” Rufo’nun yanıtı da şöyledir: ”Kaderi değiştirmek mümkün değil ki Selva.”
Ateş Çemberinde ”Ölüm ve Korku Günleri”
Selva ve Rufo’nun Paris ve daha sonra Marsilya’ya kaçış günleri başlayacaktır. Macera, heyecan, kuşku dolu bir yaşam bekleyecektir onları… İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, ulusların yazgılarını belirleyecek olan ”büyük dünya olayı” bütün şiddetiyle Avrupa’yı kasıp kavuracaktır. Yeni bir “idol” ortaya çıkacaktır Adolf Hitler… Ülküsü, büyük bir Nazi İmparatorluğu kurmaktır. Almanya çok geçmeden “Yıldırım Savaşı”yla 1 Eylül 1939 sabahı Polonya’ya girecek, 14 Haziran 1940’da Paris işgal edilecektir. Böylece Avrupa, savaş rüzgârlarının kan ve barut kokan dağdağalı atmosferine girecektir. Bu korku, kuşku, tedirginlik, vahşet, zulüm günleri altı yıl sürecektir. (…) Kurt kapanının içine giren insanlık; vahşeti, insanlık dışı hareketleri görüyor ve yaşıyor ama ellerinden bir şey gelmiyor. İşte bu korkunç yıllarda Selva, umutla/umutsuzluk; iki ekstrem uçta gidip geliyor. Tıpkı bir saatin sarkacı gibi…Şunları söylüyor: “Yaşadığımız dünyada kanuni ne kaldı ki. Hayat hakkımız bile Gestapo’nun iki dudağının arasında.” der.
Duvarların gölgesi sanki ölümün gölgesiydi.
Herkes kendi canının kaygısına düşer. Ortadan kaybolan şahısların isimleri kulaktan kulağa fısıldanır. Paris dolaşılmaz olur. Fransa’yı bir karabulut gibi sarmalayan Nazi çemberi gitgide daralırken, Selva ve Rafael, her an tutuklanıp kamplara yollanmanın korkusuyla yaşamaktadır. Öyle ki duvarların gölgesi sanki ölümün gölgesiydi. Ya da sokakta, caddede yürürken arkalarından bir elin, silahın üzerlerine hedef seçeceğini hayal ederler. Marsilya sokaklarında Nazilerin Yahudilere yaptıkları gurur kırıcı davranışları yaşlı adamın Rufo’nun çalıştığı eczanede anlattıkları belleklerden silinmez. Paris’te, Marsilya’da dağdağalı günler yaşanıyor…tekdüze, tatsız bir griydi hayat!.. Selva, kocasının Yahudi olmasından dolayı insan avının içinde kendilerinin de olduğunu iyi biliyordu. Fransa’nın Nazi orduları tarafından kuşatılmasıyla birlikte, kovalamaca başlamıştı. Nereye kaçabilirlerdi? Arkadaşları kendilerini gizleyebilecek miydi? Marsilya’da Benoit’nun eczanesinde çalışabilecek miydi? Selva var olmakla/olmamak arasında gidip gelen düalist düşünceler içindeydi. Hüngür hüngür ağlamak istiyordu. Rafael’e âşık olduğunu, sevdiğini ve ondan bir oğlan çocuğu doğurduğunu ve her ikisinin oluruyla babasının ilk ismini (Fazıl) çocuğuna ad koyduğunu düşünerek kendini avutuyordu.
Genel Çözümleme
“Herkes kendi kaderine doğru gider…” Balzac
“İkinci ben” bir kaçma eylemidir. Hayatımızda yer alan bütün olaylar, kendi isteğimiz dışında cereyan eden konular toplamıdır. Her olay sonu gelmiş zincirin bir halkasıdır. İkinci Dünya Savaşı’nda gözyaşları akarken ve milyonlarca insan ölümle pençeleşirken, heyecansal tepkiler, moral değerler bir kumpasın dişlileri arasında sıkışıp kalır.
Selva, çevresinde gelişen çatışmalara, kovalama(ca)lara, tutuklamalara karşı duyarlıdır. Vahşetin boy göstermesine karşı çıkmıştır. O, böyle yapmakla zulme ve teröre lanet eder. Baskı, şiddet ve insan onurunu zedeleyici hareketlerin uzun sürmeyeceğini idrak eder.
Romanın iki kadın kahramanı Selva ve Sabiha (Selva’nın ablası) kendi ruhsal durumlarına ve kendi özel yaşamlarının derinliklerine (metaphor) çekerek her ikisin de yaşam gerçeğine bağlı kaldıkları izlenimi yaratır. Aslında romanın bizce iki önemli kahramanı Selva ve Sabiha’dır. Sabiha daha çok ikincil rolde kalmıştır. Rafael (Rafo) birincil derecede roman kahramanı olmaktan ziyade, Musevi olmanın verdiği ırksal özelliği odaklandırılmış. Rafael bize göre, başat bir rolü üstlenebilirdi. Sabiha, Macit’in sürekli yurt içinde ve dışındaki yoğun görevlerinden dolayı kadınlığının giz dolu seksüel dünyasını keşfedemez. Cinsel isteği bastırılmış bir kadındır. Dr. Sahir’le kısa bir süre içinde ilişkiye girer. Fakat bu, gün yüzüne çıkmayan sadece her ikisinin arasında gizli kalmış bir kaçamaktır. Sabiha’yı, romantik düşler dünyası (bilinçaltı, tutkular, içgüdüler ve düşler meşgul eder), günlük yaşanan gerçeklerle karşı karşıya getirir.
Yukarıda kısaca değinildiği gibi romanın başkişilerinden olan Rafael’in ruhsal yönüne tekrar yoğunlaştığımızda; edilgen bir karakteri canlandırıyor. Olaylara karşı duyduğu (terör, yıldırma, tutuklanma vb.), endişe(sin)den dolayı yılgınlığa, bezginliğe düşmüş vaziyette… Selva’nın etkisiyle, girişimiyle harekete geçen bir tip olarak gözüküyor. Kendi ekseni etrafında dönen ve kendi kendine yeten; küçük dünyasıyla varlığını sürdürebileceğini ifade eden bir anlayıştır. Diğer bir deyişle, ancak “ölümün gölgesinde” yaşamın değerini bilen bir kişiliktir. Belki de yazar Rafael’i, yüceltme kuramı ( theory of sublimation ) uygulamadan “kendi kendisi” olabilen doğal bir karakter olarak kurgulamış olabilir.
Ayşe Kulin, romanın her bölümünde bütünselliği bozmadan arka fonda ikincil, üçüncül derecede kahramanlara da rol vermiş. Söz gelimi, Türk diplomatları: Macit, Tarık, Ferit, Nâzım Kender ve Hikmet Özdoğan gibi kişilerin olayların gelişimi içinde karakter çizimleri bir hayli başarılı. Roman, etkileyici trajik olaylarla (“Geri sayım”, “Dehşet Vagonu”, “Elveda Paris”, “Tren” bölümlerinde doksan yedi kişinin Türkiye’ye dönüş yolculuğu), sürprizlerle, olağanüstü kurtarma olaylarıyla, melodramatik sahnelerle noktalanır.
Bütün bunları alt alta koyduğumuzda romanın bütünü; ortam betimlemeleri, karakter tahlilleri ve diyaloglarla başarılı bir çizgiyi yakalamış Ayşe Kulin. Somerset Maugham’ın dediği gibi, “…bazı insanların kaos içinden çıkarabildikleri güzellik çekilir hâle getirir yaşadığımız dünyayı…” Savaş rüzgârlarının acımasızca estiği, gecenin donuk, puslu lacivert derinliğinden kopup gelen özgürlüğe ve vatana hasret kalmış Selva ile Rafael gibi…
Son deyiş
”Nefes Nefese”, Selva ile Rafael’in yazgılarında yer alan ilgi çekici, heyecan verici bir dizi olaylarla kurgulanmış. Roman, kendi içinde tutarlı, kendi kendine yeterli. Bireyin trajik yaşam mücadelesi başarıyla verilmiş. Olaylar birinden diğerine; diğerinden bir başkasına geçerek sürekli artan gerilimle gelişiyor. Başka bir deyişle, etkili bir serüven romanı.
“Nefes Nefese”, olay örgüsü, karakterlerin rolü ve işlevselliği, yer yer ruhsal çözümlemeler, romanın değerini artıran öğelerdir. Sonuç olarak baştan sona kadar sürükleyici, akıcı bir üslupla okuru, kendine çekiyor.
Şener Öztop – edebiyathaber.net (14 Aralık 2013)