Işıl Bayraktar duygulu/duyarlı, içtenlikli bir anlatıcı. İçtekini dışa vurmayı, dıştakilerin içe yansılarını göstermeyi bu ilk kitabı “Çürük Atlar Çöplüğü”ndeki öykülerinin odağında tutuyor. Onun anlatıcı tutumu bana şunları düşündürttü:
Giderek kaotik bir dünyaya sürüklenen birey, kendi açmazlarından kurtulmaya çalışayım derken; yaşanan düzenin (elbette ki küresel kapitalizmin) salgınına yakalanırken neden/nasıl başkalaşıma uğruyor…
Öyle ki; insanlık giderek “kıyamet” alametlerini yaşarken (savaş, şiddet, çevre kirliliği, küresel ısınma, terör, yoksulluk, göç, işsizlik…); üstelik bunlarla baş edebilme yolları giderek de kapanırken; sürüklendiği umarsızlıkta debelenip duruyor.
Bayraktar, işte o debeleniş anlarını/sanrılarını taşıyor bize öykülerinde.
İlkten sizi durdurabilir. “Şimdi ne gerek var buna,” dedirtebilir “içindekiler”e göz atarken.
Çünkü, yazar, ilkten size öyküden çok “deneme” yazdığı izlenimini veriyor. Ama o öykü/ler yazıyor, bununda bilincinde bir anlatıcı. Üstelik öyküsü olan biri.
Oysa, bugün artık, öykünün klasik örgüde yazılmadığını da bilen biliyor.
Raymond Carver’ı eğer bugünün “çağdaş Çehov”u olarak adlandırırsak; zamane öyküsünün nasıl yazıldığını/öykünün nereye taşındığını da görebiliriz.
Peki, Bayraktar ne yapmak istiyor da öykülerini bunca bölümleyip, başlıklar verip, karşımıza oyunlardan sahneler/tablolar çıkarırcasına anlatısını bölük pörçük kılıyor. Kuşkusuz bu biçim/kitap tasarlama düşüncesi. İlk kitap ilk sestir, okurla ilk yüzleşmedir; “ben burdayım okur” demektir. O nedenle ayıklayan bir gözle ne dediğini öne çıkarmak önemlidir. Bazen, yazar, anlatısında sevdiklerinden vaz geçebilmeyi de bilmelidir.
Parçalanmış dünyanın dili hangi biçimde anlatılır, kurulur?
İşte yazarımız bunun bilinci ve bilgisinde. Öze, öteye dönme nedeni de bu kanımca.
İnsanın yaşamdaki varoluşsal kaygısını anlatıyor Bayraktar; dahası varlıkla varoluş sorgusuna yöneliyor.
Kitabın “açılış” bölümünde (“Yeryüzü ve Ölüm Üçlüsü”) yer alan “Cenin”/ “Varlık”/ “Tabut” bir anlamda bu bakışın sorgusunu içeriyor.
Bu bir eşiktir onun için. Eğer bunu aşabilirseniz Işıl Bayraktar’ın dünyasına da yaklaşmışsınızdır demek.
Öykü hissettirendir
Öykü hissettirendir derim sıklıkla. Bayraktar buna başka bir şeyi daha getirip ekliyor: İçgözün bakışıyla varlığın özüne/varoluşun sanrısına nasıl bakmamız gerektiğini gösterir öykü.
Bence, bu önemli bir adımdır. Ki; bu da onu bir yanıyla varoluşçular bugün insanı yazıp anlatsaydı nasıl kurarlardı metinlerini, oraya götürüyor; diğer yanıyla da “1950 Kuşağı” öykücülerimizin açtığı yolun neleri/nasıl filizlendirdiğine taşıyor.
Bir kitabın metinlerinin tasarımlanıp, dizimlenmesine okurun itirazı olsa da; okurun görevi, yazarın kendi düzlemindeki kurucu bakışı/yöntemini kavramak, neyi/niçin söylediğini anlamaktır.
Bu anlamda Bayraktar’ın öykülerini sıralama/bölüm başlığı açma düşüncesi demin belirttiğim izlekleri parça parça açıp/yayıp gösterme ve kitabına bir bütünlük sağlama kaygısından doğmuş olabilir.
Eninde sonunda burada her bir öyküde anlatılan insandır, insanın/hayatın halleridir.
Şimdi size bunlar “düşünce öyküleri” desem yaban kaçar. Düşüncenin de öyküsü mü olur, dersiniz.
Düşten düşünceye
Evet, öyküyü doğuran bir düş gibi bir düşüncedir de. Salt “olay”a bakmak yaşananı/olup biteni anlamamaktır. Oysa oluş nedenleri ve yansılarına/sonuçlarına bakmak insanı anlamanın en temel yoludur.
İşte öyküde bunu hissettirerek verip gösterebilir size.
Yani burada yazarın/anlatıcının bakışı, düşüncesi elbette önemlidir.
Bayraktar’ın her bir öyküsü/öykücüğü, anlatısı kanıksadığımız öykü kalıplarının yer yer dışına çıkıyor. Metinsel göndermeleriyle birlikte adeta “diyagramlar” biçiminde yazılması da onu üslupçu bir anlatıcıya hazırlayan işaretlerdir.
Cesurdur bu yönde. Anlatının sezgiden öte bilgiyle de kurulacağını bilir. Örtülü, hatta yer yer simgesel gibi görülse de; açık/saydam anlatıcıdır. Dışavurumcu anlatıcılığın bir özelliğidir bu. Okur da o bilinçaltı/bilinçüstü gezintiye katılır. Örtülü benliklerin örtüsünü kaldırmak derdindedir.
Anlatısının bir yanı Sait Faik’e, öte yanı Vüs’at O. Bener’e, Leylâ Erbil çizgisine varır.
“Uykuyu öldürdüm ve uykusuz kendime doğru bir adım attım. Artık yaşantının içine karışabilirdim,” diyen bir bakışla da anlatı sesini Tezer Özlü’nün önüne geçirebiliyor. Öyle ki; anlatılarındaki izleksel zenginlik. Sözünü söyleyebilme yetkinliği sonrasında neler yazabileceğini de merak ettiriyor size.
Bir yanıyla da çoğul anlatıcıdır Bayraktar. Çoksesli, çok bakışlı. Birçok hayata bakması, onların katmansal yanlarını açması, anlatması; acıları, sızıları, kabuk bağlayışlarından bize söz etmesi…
Anlatısını yer yer ironiyle bezemesi, o içli/içten bakışının yansımasıdır.
“İçimdeki Heykel”, “Engelim ve Gölgem”, “Öpüşen Kendilikler” öyküleri bu yanını güzel serimler.
İçte ve dışta olma hali de onun anlatıcılığının optik bakışındadır.
“Kendini dünyanın içine gönderen” yaşantılardan söz eder bize sık sık. Gezen ve gezindiren bir bakışın öykücüsü/anlatıcısı olarak çıkar karşımıza burada da.
Hüzün ve kederle konumlandırdıklarının dertlerini açar. Adeta der ki; bakmayın onlara öyle yaban yaban, o dertler sizin de dertlerinizdir, tez elden farkına varın.
Evet, öyküleriyle bizi gezindirdiği yer insanın iç coğrafyasının renkleridir. Oradaki bölünmüşlüklere, parçalara baktırır bizi.
Dünyanın öte ucuna taşınır, taşır, gider gelir. İnsan ruhunun bir sarkaç gibi olduğuna da neredeyse inandırır bizi.
Onun şu sesi/bakışı, görme yansıtma biçimi okuru durdurur, düşündürür de:
“‘Senin ait olduğun benliğim çok içeride, o kadar içeride ki benim zaman zaman körleşmem bundandır. Ancak dışarı çıkıyorsun sen benden her seferinde; beni kendimden çıkarıyorsun. Kendimden kendimi çıkardığımda koca bir hiçle karşılaşmıyorum o yüzden, sen bu işlemin sonucunda orada dik ve güzel, sapasağlam karşımda duruyor oluyorsun. Duvarları bu yüzden mi durdurdun?’ dedim”…
Işıl Bayraktar’a tek itirazım: benzer izlekleri çoğaltması. Kitabını baştan sona o içsesin yolculuğu kılması. Oysa bunlara/anlatılanlara zaman/mekân imlerini belirgince katarak, insanın gerçeklik duygusunun yanına oluş/bitiş öykülemeleri de ekleyerek daha soluklu öyküler ortaya çıkarabilirdi. Çünkü anlatmayı, anlatırken de öykülemeyi seviyor. Yakındaki uzaklıkları, uzaktaki yakınlıkları anlatabilecek bir duyarlık hemence göze ilişen.
Gene de ilk kitap ilk sestir. Bir ayardır. Kendini görmek, göstermektir. Bayraktar da bunu üslubuyla yaparak edebiyata adımını atıyor öyküleriyle.
Eminim ki yer yer değindiği o çıkışsız insanın uyumsuz yaşama derdine daha derinden bakabilecek, giden ve yabancılaşan ötekileşen durumlarını, dışta olup bitenleri daha da önemseyerek soluklu anlatılar yazabilecektir.
“Sözcük Yabancılığı”, “Uykunun Ölüm Hali”, “İnsansız”, “Klavyenin Ölümü”, “Belge”, “Çürük Atlar Çöplüğü”, “Şey” öyküleri bu söylediğimin kanıtı olabilecek anlatılardır.
Duruşu, hissedişi, yaşayışı ve var oluşlarıyla kendilerini hayatın eşiğinde tutan insanlara dönüktür yüzü Bayraktar’ın. O debeleniş içindeki dışa çıkma sanrılarını bize hissettirir. Gene de dış dünyanın da dışına düşme hali onları ürkütür. İşte anlatıcının bu varoluşsal bakışı/dışavurumu öyküsünün de az çok ibresini belirliyor. Belki de bu tür bir yineleme/tematik parçalama yerine daha arınmış metinler ortaya koyabilirdi. Bu da böyle bir ilk kitabın belleklerde iyice yer etmesini sağlayabilirdi. Unutmayalım, her ilk kitap yeni kitabın da sürgüne durmasıdır. Işıl Bayraktar ilk öykü kitabıyla yazıdaki birikiminin aynasına bizi taşırken, yeni anlatılarıyla okurunu buluşturabileceğinin de işaretlerini veriyor aslında.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (22 Ağustos 2017)