İnsanların duyguları bulaşıcıdır! | Sevim Şentürk

Mayıs 9, 2022

İnsanların duyguları bulaşıcıdır! | Sevim Şentürk

İnsanın dışına vurduğu enerji demek olan aura, son zamanlarda sıklıkla karşılaştığımız kelimelerden. Yazdığı birbirinden güzel kitaplarla bilinen Birsen Ekim Özen, İlk Genç Timaş’tan yeni çıkan kitabında bu sözcüğü isim olarak kaydetmiş. Kitlelere ulaşan, bilhassa kız çocuklarının severek okuduğu ‘Şirin’ serisinin severleri şundan emin olabilir; yazar aynı başarıyı Aura’da da göstereceğe benziyor.

Baştan söyleyelim: Çok duygusal, oldukça hüzünlü; ama bir o kadar da sevgi dolu bir öyküye misafir oluyorsunuz. Kitabın alt başlığı “Bulaşıcı Duyguların Peşinde” adını taşıyor. Kahramanımız yine bir kız çocuğu. Adı Beril.  Beril, anlayışlı, müziğe meraklı, empati gücü yüksek naif bir kız. Ve…. Bir hemofili hastası. Yine son zamanlarda karşımıza çıkan bu hastalık; vücutta ortaya çıkan her türlü kanamanın, pıhtılaşma sisteminin bozuk olması nedeniyle zamanında durdurulamaması olarak biliniyor. Beril’in, hastalıkla mücadelesi ve sosyal hayatta yaşadıklarını da konu alan kitapta, bakın muhatabımız ne diyor: “Ben hemofili hastasıyım. Aslında kızlarda nadir görülen, çoğunlukla erkeklerin başına dert bir hastalık olduğu hâlde, ben harika bir şansla bu hastalıkla doğmuşum.”  İstisnaların bazen insanın hayatına farklı enerjiler verdiğini yazar, galiba Beril’in bu sözleriyle fısıldıyor okuyucuya. Zira, hemofili ile yaşamak hem Beril’in hem ailesinin hayata bakış açısını da etkiliyor. Öyle ki, onun bu hastalık nedeniyle karşı karşıya kaldığı duygusal durumlar, aura’ları keşfetme sürecine zemin hazırlıyor.

Bunun dışında bir şey daha var: Yazar, söz konusu hastalıkla alakalı yanlış bilinen kanıları ve bazı çözümleri bir doktor titizliğinde metne yedirmiş. Böylece ciddi bir farkındalık oluşturmuş. Genç okuyucuya sarsıcı bir hatırlatmada bulunmuş aynı zamanda: İçimizden bazılarının hastalıklarla yaşaması gerekebilir. Bu onları kötü ya da öteki yapmaz!

Fakat kitabın isminden de belli olacağı üzere bu mevzu, hikayede kahramanımızı tanımamızı sağlayan ve hikayesini güçlendiren bir detay sadece.  Aslında bakın asıl mesele ne?

“Pembe kesinlikle sevgi olmalıydı”

Her genç kız gibi,  kitabın kahramanı Beril de, büyüme çağında annesi ile iletişim sorunu yaşıyor. Annesinin konuşma şekli, hassasiyetleri ve Beril’in duyguları… Tüm bunlar beraberinde kahramanımızı yer yer üzüyor. İşte böyle bir anda, annesinin onu anlamadığını sandığı bir vakitte yani, müzik dinlemeye başlar ve dinlediği müziğe göre ruhunun şekil aldığını fark eder: “ Notalar tüm öfkemi kulaklarımdan içeri bağırıyordu sanki. Dinledikçe daha da öfkelendim. Beş altı parça sonra bambaşka bir müzik başladı. Çok sakin, su gibi akan bir şey. Bir anda öfkelenmekten yorulduğumu hissettim. Müziği değiştirmek için gerilen parmağımı yerine koydum. Melodi vücuduma soğuk bir su dalgası gibi vuruyordu. Derin  bir nefes aldım.” 

Şu cümleler, onun çevresindeki sese göre nasıl değiştiğini gösteriyor. Aura ile ilgili da kitapta ilk kapıyı açıyor. 

Sakinleştiği o anda kendisini izleyen annesinin de bedeni etrafında bir ışık katmanı görür Beril. Annesinin yedikleri yüzünden radyasyon aldığını düşünür, dehşete kapılır. Üzerinde pembe bir ışık olduğunu söyler annesine. Hatta pırıl pırıl, saydam ve net olan bu ışığı ağzında döndürür. Öyle ki, gül reçeline benzeyen hoş bir tadı vardır ışığın. Neden sonra telefon çalar, annesi sinirli bir tonda konuşmaya başlayınca, o ışık da kaybolur. Beril, başından geçen bu sıra dışı olayı en yakın arkadaşı olan Alin’e de anlatır doğal olarak. İki arkadaşın internetten yaptıkları araştırma sonucunda aura ile tanışır.

Elde ettikleri bilgiler ışığında, bu enerjinin ne olduğunu anlamaya çalışırlar. En sonunda şöyle bir sonuca varırlar: İnsanların duyguları bulaşıcıdır! Aynı nezle ya da kızamık gibi.  Beril, kendi kendine şöyle konuşur: “Başıma gelen şeylerin bazıları benim suçum muydu bu durumda? Hastalığımdan dolayı müzik grubuna alınmamamı sanmam, onların beni görmezden gelmesi… Yanıma bile yaklaşmıyorlarken bendeki duygu onları nasıl ele geçirecekti ama? Hem ben onlar hakkında kötü düşünmüyordum ki onlar beni sevmiyorlardı.” 

Bir anda kafası karışan Beril, ardı ardına cevabını veremediği sorular sorar, araştırmasını derinleştirmeye başlar. Renkleri ne zaman ve hangi duygular içindeki insanlarda gördüğünü not etmek olur ilk işi ve şu çıkarımda bulunur: “Pembe kesinlikle sevgi olmalıydı. Sarı neşeli bir şeyler… Yeşili bilemiyordum. Bir de lekeler vardı. Görüntüleri sıkıntılı bir şeyi işaret ettiklerini söylüyordu; ama neden bahsettiklerini anlamak için daha çok gözlem yapmam gerekiyordu.”

Beril, bahsini ettiği bu gözlem sürecini zaman içinde yaşadıkları üzerinden yapar. Arkadaşlarını, öğretmenlerini… İnsanların olaylar anında verdikleri enerjiyi… Hepsine dışardan bir gözle bakar. Duyguları kontrol etmenin insanın kendi elinde olduğuna karar verir. Sevgi besleyenin sevgi, nefret duyanın nefret bulduğunu izleyerek görür.  

Sonuç olarak; yazar Beril’in dünyayı algılayışı üzerinden o yaş grubu için önemli bilgiler sunar. İçine düşebilecekleri olumsuzluklardan sıyrılabilme yöntemlerini yine kendilerinden birinin hayatı içinde paylaşır. Kitabın sonunda ise verdiği mesajla tüm pesimist duyguları yok eder: Evet, duyguları tanıdıkça insanları severiz ve en önemlisi kendimizi tanırız. Çünkü hayat güzeldir… 

edebiyathaber.net (9 Mayıs 2022)

Yorum yapın