
Yaşamın öyle bir döngüsü var ki ona yetişmenin olanağı neredeyse yok gibi. O döngünün içinde bizleri var kılan, ona tutunmamızı sağlayan, bizi oraya dâhil eden şey hem sanat, hem de edebiyattır diye düşünüyorum. Onun büyüsüyle yaşama sığınır ve yola düşeriz. İnancımızı koyarız. Sevgimizle tutunuruz. Değişir, değiştiririz. İşte bu değişimde sözü öyküye getireceğim. Öykü ne olursa olsun yaşamımıza değerleri, yaşanmışlıkları getirir ve önümüze koyar. Aile, evlilik, arkadaşlık, dostluk gibi bağlara farklı bir gözle bakmamızı sağlar. Ve ilişkide kişiye biçilen roller, beklentiler üzerine yeniden düşünme gereği hissettirir.
Yordanka Beleva’nın Keder’i, hayatın acımasızlığını yüzümüze vuran ve bu yanıyla tanıdık öyküler diyebileceğimiz yirmi kısa öyküden oluşuyor. Yaşamımızdaki sıkışmışlıklarımıza karşı hayal dünyasının sınırlarını zorlamanın ve başka yaşamlara tanıklığı, öğrenmeyi, onlara dâhil olmanın başka güzelliklerini kâh hüzünlenerek kâh kendi kişisel albümümüze bakar gibi okuruz. İnsan bazen dünya ile hemhâl olurken birçok şeyi gözden kaçırır. Kendisiyle birlikte etrafında ne olup bittiğinin de farkına varamayabilir. İşte o Keder, dünyada bulaştığımız kusurları yüzümüze çarpar. Onlardan ne kadar kaçmak istesek de yüzleşmemiz için onları önümüze serer.
Yaşamdan sunduğu kesitler, yazarın kullandığı yalın dilin başarısıyla, iç döküşün, yüzleşmenin ortasında buluruz kendimizi. Çünkü anlatıcı yaşanan o kesitten çıkıp bizim duygu dünyamıza girmiştir. Eğip, bükmeden orta yerden konuşur. Bize en kötü yönümüzü gösterirken bizi bir şekilde daha iyi insanlar yapmak için yargılamaz. Orada dokunduğu kayıp, acı, ölüm, yalnızlık, ıstıraptır ve bunlar bir kişinin varlığının en unutulmaz tanımlayanlarıdır. Yaşanmış bir şey üzerine konuşurken genelde en çok bize dokunan yanını anlatarak başlarız. Mutluluğu, sevincini erteleriz. İşte Yordanka Beleva dokunmayı bilen ellerin büyüsüyle tutmuş kalemi ve öyle yazmış öykülerini. Öykülerinin sihirli gücü buraya dayanıyor.
“…ölümden sonra insandan geriye ne kalır ki? Yazılan her satırın, doğan her torunun ve tamamlanmış her evin kesinliğine aldanırız. Hiçbir şey yarım kalan kadar kalıcı değildir – o uyanık komasıyla, umut ve teslimiyetin bileşik kaplarından düzensiz bir şekilde beslenmesiyle. Tamamlanmamış şeyler, tamamlanmamış geçmiş zaman. Ve birinin seni onda anlatması.”
Öykülerindeki dilin gücü, onları sadece akılla değil, ruhun derinlerine uzanıp ‘gör’ demesinden de geçiyor. Yapmak istediği tam da bu. ‘Yaşananları gör’, hatta ‘görmekle kalma yaşa,’ der. Sonunda onun kelimeleriyle yaşamayı öğreniriz. Ve iç duvarlarımız bir bir yıkılır, öykülere dâhil oluruz. Bu öyle sıradan bir dâhil oluş değildir. Duyguların derinliği içimize yerleşir. Artık anlatılan bizim hikâyemizdir ya da hikâyemizin bir yeri mutlaka anlatılanda vardır. Anlatımla birbirine bağlı, ucu bucağı görünmeyen sözcükler yumağının peşinden sürükleniriz. Ama artık o yolun gönüllüsüyüzdür. İç sesimize eşlik ede ede ilerleriz. Az kelimeyle çok şey anlatabilmenin büyülü yanını Beleva gibi bir şair verebilirdi ancak. Böylece şiirin öyküyle olan yakın bağını da görmek mümkün.
Bir söyleşisinde, “Kendimi sadece söyleyecek bir şeyi olan biri olarak değil, onu tam olarak nasıl söylediğini de önemseyen biri olarak görüyorum. Şiir sadece bir yazma, ifade etme biçimi değildir. Şiir aynı anda bir yaşam biçimidir, dünyaya karşı özel bir duyarlıktır. Böyle bir duyarlığı ve kırılganlığı olmayan bir yazar düşünemiyorum…”(1) der. Yazım yaşamına şiirle başlayan Yordanka Beleva; yalnızların, arkada kalanların, terk edilenlerin, bir başına bırakılanların öykülerini şiirsel bir dille anlatıyor. Öykülerin tamamına sinen hüzünle okuyucunun kalbinde ince bir sızı yaratmayı çok iyi başarıyor.
“Bir yazar salt kurgusal bir şey yazamaz. Bir öykü gökyüzünden zembille inmez. İster istemez bir yerlerden yola çıkacak. Ben de öyle yapıyorum. Dolayısıyla yazarken güncel bir olaydan ya da bir ayrıntıdan yola çıkıyorum, sonra öykü alıp başını gidiyor. Kimi zaman kendi kendini yazıyor gibi.”(2) Keder’deki öyküler de böyledir. Çıktığı gerçek anlatımla bambaşka bir gerçeğe dönüşen öyküler, okurun gerçeğiyle de buluşarak alıp başını giderler.
Tek öyküye, dul kalan bir dede, vefat eden eş ve hatıraları, yetim kalan ufak bir çocuk, hasta yatalak anne, yitirilen gençlik, bulunamayan umut ve kederin yol işaretleri, hepsi birden sığmıştır. Akıllara durgunluk veren bir anlamın peşinden hissetme imkansızlığının kabulünden geçeriz. Fark edilmeyen trajedi değildir. Sessizce yaşananlar, çizilen çemberler, gizlenen yaralar, gündelik yaşamın, normalin maskesi altında gerçek acılar boğar insanı. Soy Kilidinin Açılması başlıklı öyküde, yalnızlığıyla baş etmeye çalışan dedeye kapılar açılsa da öykülerin çoğunda acıları dindirilmeyenler anlatılır. Açık yaralar değil, kabuk altı iyileşmeyen yaralardır bunlar. Kuru ve kansız, görünmeyen. Kitabın ismi de bu yanıyla tüm öyküleri kapsar. Tamamlanmamış şeylerin, onları mezarın ötesindeki yaşamlarının ağırlığı etrafında konumlanışında yer değiştirmenin kalbin çekim kuvveti olarak üzüntünün ağırlığına kapılırız.
“Anneannem bu dünyada bozuk madeni para gibi yaşadı. Başka birine, çoğunlukla dedeme ait bir hesabın gereksiz para üstü gibi. Ve tıpkı bir madeni para gibi, onunla ilgili her şeyin iki yüzü vardı.”
Anlattıkları sadece bireysel acılar değildir. Toplumsal olayların, siyasi yarılmaların, savaşların da sesini duyuyoruz. Onların insanlara neler ettiğini okuruz. Bulgar halkının yaşamlarının bizimkine yer yer benzediğini de görmek mümkün. Anneannem Hakkında Noel Hikâyesi’nde bu çok net görülüyor. Çoğu öyküler gibi bu öykünün de geçtiği yer Dobruca. Dobruca’ya ilişkin bilgi de verilir. “Dobruca’nın bazı bölgeleri farklı dönemlerde Romanya’ya dahil edilmiştir. Rusya Çarlığı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yenilmesi üzerine, Kuzey Dobruca topraklarını Romanya’ya vermiş, karşılığında Besarabya’yı istemiştir. 1913’te İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra Romanya’ya verilen Güney Dobruca ise 1940 Krayova Antlaşması ile Bulgaristan’a iade edilmiştir. Antlaşma, Bulgaristan ile Romanya arasında nüfus mübadelesi yapılmasını şart koşmuştur.”
Öyküdeki “her şeyin iki yüzü vardı” ifadesi, savaşın sonuçlarının yarattığı travmaları ve bunların yaşamda nelere yol açtığını çok iyi anlatmaktadır. Veliçka olarak doğan anneanne, Romanya’da adı değiştirilmiş, Zoitsa olmuştur. Bulgar yetkililer ismini geri vermese de o gönüllerde Viçka Nine olarak kalmıştır. Hatta ölüm ilanında köy halkı anlasın diye adı değiştirilmemiştir. Ancak mezar taşına mecburen sonradan aldığı ismi yazılır. Yazar bu durumu “Bulgar olarak yaşadı ama onu Rumen olarak defnettik.” diye açıklar. Bizdeki yasaklı harfler nedeniyle istedikleri isimleri koyamayan Kürt ailelerinin dramına ne kadar çok benzer bir durumdur. Besé olarak doğan ancak Yeter olarak gömülen Kürt kadını ya da Vartanoş olarak doğan ve Sakine olarak gömülen Ermeni nine gibi.
Büyükannelerin, büyükbabaların, anne ve babaların öykülerinin, üç kuşak sonrasından anlatıldığı, aslında geçmişleri ve anıları dışında bir şeyleri olmayanların ölümlerine verilen değerdir. Çünkü o yaşamları ve onların anılarını, sadece onlara dair unutulmayanları konuştuğumuzda yeniden yaşarız. Yordanka Beleva’nın yaptığı bir tür anıların kütüğünü tutmaktır. Oradan soya ve köklere dair hatıraları biriktirip, öykülerde çoğaltır ve önümüze kendi kütüğünden yeni kütükler koyar. Yüzleşmemiz için… Cesareti olanlara.
1) https://www.k24kitap.org/yordanka-beleva-kayip-ve-keder-hakkinda-yazmak-edebiyat-icin-bir-devridaim-makinesi-4785
2) Öykü Yazmanın Sırları, Orhan Duru, Deneme, YKY, 2021
Keder, Yordanka Beleva, Çeviren: Hasine Şen Karadeniz, Metis Yayınları, 2024
edebiyathaber.net (18 Şubat 2025)