Güzel öykülerle, güzel öykü kitaplarıyla karşılaştıkça daha iyi anlıyorum öykü yazmanın ne kadar zor olduğunu. Keskin bir denge işi öykü. Karanlıkla ışık arasındaki denge… Suskunlukla anlatmak arasındaki denge… Kara mizahla kara arasındaki denge… Dengeyle dengesizlik arasındaki ip cambazlığı…
“Başından sonuna kadar birkaç hayat yaşamış da çıkacak tüm sorunlara hazırlıklıymış gibi. Yumuşacık sesinde saklıyor tüm cevapları. Anlatmamı bekliyor. Sabırlı gözlerle içimi okumaya çalışır gibi bakmasını sevmiyorum.”
Arzu Bahar’ın ilk kitabı, Kovulmadım, Ben Ayrıldım! bu dengenin hakkını veren, son derece başarılı bir ilk kitap. Kitaptaki on beş öykü farklı karakterleri, farklı yaşamları, farklı derinlikleri başarıyla aktarıyor. Her renge kolaylıkla bürünüyor Bahar’ın sözcükleri. Yüzeysel bir karakterin hafif yükünü havaya atıp tutarken derinlikli olanın karanlığını ve çığlığını da olanca ağırlığıyla aktarıyor.
“Çığlıklar yükseliyor. Çığlıklar! Acıyı, eyvahı ses dönüştüren çığlıklar. Şaşkın ünlemler asılı kalmış havada. İsimler haykırılıyor. Birileri, birilerini arıyor. Koca koca adamların ‘Anam!’ diye feryatları, çocukların ağlamalarına karışıyor. Bir adam bağırıyor yanı başımda. Ta içinden bir yerden kopup geliyor sesi, katlana katlana ulaşıyor kulaklarıma. Adamın kucağında bir kadın. Başını göğsüne sımsıkı bastırmış, bebek gibi sallıyor kafası kan içindeki kadını. Sanki salladıkça can gelecek koluna. Öyle çaresiz…”
Karakter denizi engin; adeta birkaç yaşam – birbiriyle hiç mi hiç uzlaşmaz birkaç yaşam – sürmüş bir insanın öyküleri bunlar. Öykücülüğün zor yanlarından biri de bu olsa gerek: çoklu kişilikler kakofonisinden sağ çıkabilmek – ve elbette bunu yazıya dökebilmek.
“Deli sakinliği çöküyor üzerime. Tek damla yaş yok gözümde. Bir köpek havlıyor kuytulardan. Caddeye çıkıyorum. Gelen taksiye el edip biniyorum. Başımı arkalığa yaslayıp yolu izlemeye başlıyorum. Kafamda Müzeyyen Senar’ın sesiyle çalıyor şarkı.”
Bildiğimiz şarkılar eşlik ediyor öykülerin bütününe. Ancak şarkıların uyandırdığı yeni duygularla tanışıyoruz okudukça. Bildik insanlık durumlarının yeni gözlerle yorumlanışı; gözümüzün önünde olanın başka bir göze, başka ışıkla vuruşu. Belki kendimize itiraf edemediklerimizin çıplak sözcüklerle karşımıza dizilişi.
“Sen en son ne zaman sevinmiştin? Bir süre kafanı kurcalıyor bu soru. Aslında çok iyi biliyorsun; üç ay sekiz gün yirmi iki saat. Kolunda saatin olsa dakikasını bile söylersin. Kendini kandırmak işine geliyor. Unutmuş gibi, sevmemiş gibi, önemsemiyormuş gibi…”
Arzu Bahar sevgiyi ve nefreti, neşeyi ve ihaneti, deliliği ve korkaklığı aynı sözcüklerle anlatmayı başarıyor. Aynı ezgiye – tam da yaşamın kendi ezgisine – yediriyor söylemek istediklerini. Ve daha da önemlisi, susmayı başarıyor duyguların en gürültücü olduğu yerde. Kahramanlarını, öykünün akışını yaşamın, rüzgârın, sessizliğin temposuna bırakabiliyor.
“Gerçekten korkaktır benim yüreğim. Korkaktır aklım. Ağız dolusu dalaşmadım kimseyle mesela. Ne çocukken ne şimdi. Elimi kaldırdığım olduysa da zaman zaman, vurmaya cesaret edemedim hiç. Çok yüksek sesle konuşmadım hiç kimseyle. Kavgalarım bile kısık seslidir.”
Başta dediğim gibi, güzel öykü çok keskin bir denge işi. Dengeyi yitirmeyi göze alabilen ip cambazının mahareti saklı öykücülükte. Acısını neşeye, sevgisini ihanete, öfkesini sükûnete dökebilen bir denge sözünü ettiğim. Sözcüklerini sessizliğe yettirebilen, suskunluğuyla konuşkan olmayı başaran bir denge.
Adeta imkânsız bir denge.
“Her şey tamamdı, sadece haberi bekliyordum. Bunca zulmün karşılığı ölüm olmalıydı. Ve bizim gücümüz onu öldürmeye yetmeyeceğine göre, biri bunu yapmalıydı. Biri mutlaka babamı bıçaklamalıydı!”
edebiyathaber.net (26 Nisan 2018)