2012 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan Eşik’in yazarı Irmak Zileli, “Bir edebiyat eseri, süsten ne kadar arınırsa, okuyanın ruhuyla buluşabilir. Ben romanı yazıp bitirdikten sonra, ‘burada artistlik yapmışım’ dediğim her yeri çıkardım. ‘Okuyunca vay be desinler’ hırsıyla ne kadar savaşırsan o kadar iyi bir eser ortaya çıkar” diyor.
Irmak Zileli’yle yıllar evvel gençlik mücadelesinin içinde tanıştık. Sonra hayat bizi başka yerlere savurdu ama Irmak’la iletişimimiz hep sürdü. Onu uzaktan takip ettim, Radikal Kitap’ta çok nitelikli edebiyat eleştirileri kaleme aldı, dikkat çekici söyleşiler gerçekleştirdi. Edebiyat yayıncılığımızın en özgün dergi projelerinden biri olan Roman Kahramanları dergisini hayata geçirenler arasında yer aldı. Enver Aysever’le birlikte Remzi Kitap Gazetesi’ni çıkardı. Bu arada iki kitap yayımladı, cumhuriyet tarihi boyunca Cumhuriyet Bayramlarının nasıl kutlandığını anlatan ‘Bayram Çocukları’ ve usta yönetmen Halit Refiğ’le yaptığı nehir söyleşiden oluşan ‘Doğruyu Aradım Güzeli Sevdim.’ Derken bir gün, kargo poşetinden bir kitap çıktı; Eşik – Irmak Zileli… Arkadaşımın entelektüel yeteneklerine, kaleminin gücüne güvenim büyüktü ama yine de itiraf edeyim ilk romanında böyle bir yetenek göstereceğini ben de ummazdım. Eşik öylesine etkileyici, öyle akıcı bir romandı ki elimden bırakamadan zaman zaman tüylerim diken diken olarak, zaman zaman gülümseyerek okudum. Irmak, otobiyografik malzeme kullanarak kurgusal bir roman yazmıştı. Siyasi çatışmalar içinde büyüyen bir kız çocuğunun öyküsünü anlatırken, bu siyasi çatışmaların çok ötesinde evrensel bir hikâye anlatmıştı. Ne var ki, Eşik daha çok otobiyografik yönüyle, Irmak’ın babası Gün Zileli ve dayısı Doğu Perinçek’le ilişkisi üzerinden konuşuldu. Eşik’in bunların ötesinde bir değeri olduğu ise, kısa süre önce bir kez daha tescillendi. Türkiye’nin belki de en önemli roman ödülü olan Yunus Roman Ödülü’ne layık görüldü Eşik… Ödülün ardından Irmak’la romanını, edebiyat anlayışını, eleştiri fukaralığımızı, edebiyatçı siyaset ilişkisini, bundan sonra neler yapacağını konuştuk… Irmak romanını, ‘roman kahramanlarının gerçek hayattaki karşılıklarını merak etmekle vakit kaybetmeyen okur için yazdığını’ söylemişti. Sanırım bu söyleşi de o okur için oldu.
-Çıktığından beri Eşik hakkında hep olumlu şeyler okudum. Negatif eleştiriler ileten olmadı mı hiç?
Ne yazık ki… Geçen Eşik’in dosyasına baktım. Bir tek Milliyet Sanat’ta Buket Öktülmüş imzalı bir yazı okudum, övüyor mu yeriyor mu tam anlayamadım ama Eşik’ten pek o kadar hoşlanmadığını hissettim. Temellendirilmiş bir eleştiri olsa daha da memnun olurdum. Yine de bu da bir şeydir… Eleştirinin olumlu ya da olumsuz olmasından öte, keşke edebi yapıtları edebi ölçütler anlamında irdeleyen, analitik bakan, kitabın omurgasını çıkaran yazılar olsa. En son Demir Özlü’nün yazısı o anlamda önemliydi. Sadece içeriğe odaklanmaması, biçime dair bir şeyler söylemesi ve yaptığı önemli tespitler nedeniyle beni mutlu etti.
– Yıllardır kitap eleştirileri yazıyorsun, bu yüzden bu konuda iki yönlü bir deneyimin var. Bir edebiyat eleştirmeninin çıkıp, bir romanı edebi kriterler üzerinden ‘çatır çatır’ eleştirdiği yazılara pek rastlamıyoruz. Bunun eksikliğini hissediyor musun genç bir romancı olarak?
Çok hissediyorum. Böyle bir çaba yazarları da edebiyat üzerine kafa yormaya zorlar, bir tartışma açar. Oysa ‘ben yazdım oldu’ anlayışı çok hâkim. Arka planda entelektüel bir birikimin olması gerektiği konusunda, zaafa düşülüyor. Oysa yazdığınız her satırı savunabilecek durumda olmanız gerekir. Bu da sadece içeriğe dönük ne yaptığını bilmekle olacak bir şey değil. Bana “Neden şurada bu anlatım biçimini kullandın?” diye sorduklarında ben onu açıklayabilmeliyim. Herkesin birbirini pohpohlaması sanatçının kendisini geliştirmesinin önündeki en büyük engel.
– Yazdığın kitap eleştirilerinde buna dikkat ediyor musun?
Olabildiğince ediyorum. Bizde çoğunlukla “Ne anlatıyor?” sorusuna yoğunlaşılıyor. Oysa bunun yanında ‘nasıl anlatıyor’ sorusuna daha çok odaklanmamız gerekiyor. Görünürdeki konular, o kadar önemli olmayabiliyor. Mesela, Eşik’le ilgili tanıtımlarda hep bir 12 Eylül romanı olduğu vurgulandı. Bir yandan bunun böyle olması çok normal çünkü 12 Eylül hepimizin hâlâ yaşadığı, hissettiği bir konu. Aslında ben 12 Eylül’ü bir malzeme olarak kullandım, o malzemeyi evrensel bir temayla buluşturmaya çalıştım. Bunu işaret eden bir tek Demir Özlü oldu. Oysa, bir romanı irdelerken ancak diliyle, biçimiyle, anlatımıyla, derinliğiyle, karakterleri oluşturmasıyla, bunları ne kadar yapabildiğiyle ilgili eleştiriler, bizi sanatın evrensel sorunları hakkında tartışmaya zorlar.
-Eşik’in esas teması 12 Eylül değil diyorsun peki nedir esas teması?
Çatışmaların içinde büyüyen bir insanın oluş hali diyebiliriz ana teması için. Demir Özlü çok yerinde bir tespitle, “Bir oluşum romanı” diyor Eşik için. Bir insanın kendisini inşa ederken geçtiği süreçler var, bu insanın özüne ait bir şey… Baskın karakterler ortasında bir çocuğun kendi sesini bulmaya çalışması, bir tür bireyin özgürleşmesi romanı. Romanda bu bir baba-kız ilişkisi üzerinden işleniyor.
-Eşik çok akıcı bir roman. Edebi süslemelerden de kaçınılmış belli ki. Irmak Zileli’nin biçimdeki alameti farikası akıcılığıdır diyebilir miyiz?
Umarım öyle olur. Bence, bir edebiyat yapıtı süsten arınabildiği ölçüde insanın ruhuyla buluşabilir. Ben romanı yazıp bitirdikten sonra, ‘burada artistlik yapmışım’ dediğim her yeri çıkardım. Tabii herkesin bir egosu var. O ego insana zaman zaman “yazarlığımı konuşturayım” hırsını yaşatıyor. Onunla ne kadar savaşırsan o kadar iyi bir eser çıkar ortaya. Yalınlaştırırken, edebileştirmiş oluyorsunuz aslında. Bazen, bazı romanlarda bir cümle okuyorum ve o an yazar gözümde şöyle canlanıyor: O cümleyi kurdu, arkasına yaslandı “vaay iyi cümle kurdum” dedi. Ben bunu hissettiğimde rahatsız oluyorum, çünkü öyle kurulan cümleler benim ruhumda hiçbir şeye karşılık gelmiyor. ‘İmge’ dediğimiz şey, yazarın kendi ruhundan çıkarttığı ve okuyanın da ruhuna ulaşabilen bir şey. Ressam arkadaşım Başak Bugay, babası ünlü heykeltıraş Saim Bugay’ın kendisine verdiği “Marifet gösterisi yapma” öğüdünü aktarmıştı. Meselenin esası budur bence. Gösteri başka şey, sanat başka.
-Otobiyografik malzemeyle kurgusal bir roman yazdın. Yazarken ve sonrasında romanın algılanmasında bu durumun avantajları ve handikapları neler oldu?
İlk romanların otobiyografik olması çok sık rastlanan bir şey. Çünkü elinizde hazır bir malzeme var ve aslında bu sayede roman yazmayı öğreniyorsunuz. Tabii bu, otobiyografik malzeme kullanmanın çok kolay olduğu anlamına gelmiyor. Kolay geliyorsa malzemeyi kurgulamayı becerememişsiniz demektir. Onu romanlaştıracak kadar emek harcamanız gerekiyor. Edebiyatla bağı güçlü olmayan kişiler anı okur gibi okudular romanı. Yine de o kadar önemli değil. Kimileri bunu otobiyografik bir metin olarak okusa bile, eğer ben iyi bir edebiyat eseri ortaya koyabildiysem bu 30 yıl sonraya kalacak demektir. 30 yıl sonranın okuru artık işin bu otobiyografik kısmıyla ilgilenmeyeceği için çok şanslı bir okur olacak.
-Bize biraz ipucu verir misin, yeni romanında ne üzerine çalışıyorsun, ne zaman raflarda olur?
Zaman için bir şey diyemem ama bir kavramdan yola çıkarak çalıştığımı söyleyebilirim. ‘Başkaldırı’ kavramından yola çıktım. İnsanlar neden başkaldırmıyorlar, neden hayatlarında özne olmuyorlar, olanlar nasıl oluyor da oluyorlar, bu sorular üzerine kafa yormaya başladım.
Eşik’in zamana direnebileceğine ilişkin bir umut yeşerdi içimde
-Daha ilk romanında Türkiye’nin en önemli edebiyat ödüllerinden Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandın. Ne hissediyorsun?
“Ödüllerin peşinden gidilmez, ödüller arkadan gelir” diye çok sevdiğim bir söz var. Gerçekten iyi bir şey yapıyorsan, birileri de bunu görüp beğenebiliyor ama bu tek başına bir ölçüt olmamalı. Bir de tabii ödülü veren seçici kurulda kimlerin bulunduğu çok önemli… Hepsi Türk edebiyatında kalıcı yer edinmiş, önemli isimler… Bir sanat eserini değerlendirirken en önemli ölçüt, kalıcılık. Zamana karşı direnmiş eserler veren kişilerin seçtiği bir roman oldu Eşik… O nedenle Eşik’in de zamana direnebileceğiyle ilgili bir umut yeşerdi içimde.
Kafka ve Atay iki farklı coğrafyanın kardeş yazarları
-Kendi roman evreninin akrabalık ilişkilerini nasıl tanımlıyorsun? Hangi edebiyatçıları kendine yakın görüyorsun, Türkiye’de, dünyada?
Aslında insanın etkilendiği yazarlar sürekli olarak gelişiyor ve değişiyor.. Şimdi sayacağım isimler herkesin üzerinde ortaklaşacağı isimler olacaktır belki ama ben Kafka ve Oğuz Atay’ı iki farklı ülkenin, iki farklı dönemin birbiriyle kardeş yazarları olarak değerlendiriyorum ve etkileniyorum. İçinde ironinin olduğu eserler beni etkiliyor. Jose Saramago’nun eserleri mesela. Türk edebiyatından Tahsin Yücel benim çok sevdiğim yazarlardan. Tabii herkesin kendine ait bir yolculuğu var ama mutlaka bu yolculuğun içinde beslendiği kaynaklar arasında edebiyat tarihinin ustaları da var.
‘Sanat devrimci olmak zorundadır’
– Bir edebiyatçı olarak siyasetle ilişkini nasıl tanımlıyorsun?
Siyaset aslında hayatın her alanında var. Siyaset illa sokakta slogan atmak, siyasi makale yazmak ya da bir siyasi partide çalışmak değil. Siyasetin sanata değil, sanatın siyasete öncü olduğunu düşünüyorum. Hayata, topluma zaten siyasal bir bakış açım olduğu için bu romanlara da doğal olarak yansıyacaktır. Buraya şöyle bir mesaj koyayım da siyasi tutum da almış olayım dediniz mi yaptığınız şey sanat olmaz. Roman yazmak benim için direnme noktası, hem kişisel yaşamımda bu böyle, hem de yazdığım bir roman bir kişide küçücük bir değişim yaratabiliyorsa bu bazen siyasi mücadelenin yapacağından çok daha köklü bir değişim olabilir. Gerçek bir sanat eseriyle karşılaştığınızda, o sizi değiştirir. Bir sihirli değnek değildir ama bütün sanat eserleri toplamda, insanda çok önemli değişimler yaratabilir. Ben bu toplamın bir parçası olmayı bugün siyasi bir tavır olarak görüyorum. Sanat bence zaten devrimci olmak zorundadır. Kişinin kendini sürekli yeniden yapmasına en büyük katkıyı sağladığı için.
Ahmet Meriç Şenyüz – birgun.net (20 Mayıs 2012)