“Pek yakında, belki yalnızca kırk yıl içinde, beni şahsen tanıyan en son kişi de bir daha uyanmayacağı o gizemli yolculuğa çıkacak. İşte o zaman ben gerçekten ölmüş olacağım – yani hiçbir canlının hafızasında yaşamadığımda. Her zaman çok yaşlı birinin bir ya da daha çok insanı tanıyan en son kişi olduğunu düşünmüşümdür. O kişi öldüğünde, onunla birlikte yok olup giden diğer canlıların varlığını. Benim için o son kişi kim olacak acaba? Kimin ölümü beni gerçekten gömecek?”
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Polonya sınırına yakın küçük bir köyden yola çıkıp “Yeni Dünya”ya iltica eden Yahudi bir Rus çift, Washington DC. kentinde kendilerine sıfırdan bir hayat kurmaya çalışırken, 1931 yılında bir erkek çocukları dünyaya gelir. Adını Irvin koyarlar.
Ne 1929 borsa krizinin ardından çöküşe geçen ekonomik koşullarda kendi dükkânını zorla ayakta tutmaya çalışan babanın, ne de köyünden göçüp gelmiş eğitimsiz bir annenin Irvin’e verebilecekleri fazla bir şey yoktu. Pek de güvenli sayılmayacak, fakir bir mahallede oturmaktaydılar. Pek çoğu bir göçmen ailenin mütevazı koşullarından gelip bilime, sanata, edebiyata damgasını vurabilmiş çağdaşları gibi ve onlardan habersiz, başka bir şehrin bambaşka bir mahallesinde, yapayalnız ve son anda, yakınlarındaki kütüphanenin raylarından hızla geçen o şans treninin son vagonuna atlar Irvin.
Irvin D. Yallom o çocukluk yıllarını anarken, önüne çıkan ilk raftaki kitapları bir yıl boyunca, ilk baştan en sona büyük bir açlıkla okuduğunu, bu tutkunun ona ilham ve güç verdiğini, işte o zaman, yazılı bir eser bırakmanın bir faninin yapabileceği en anlamlı katkı olacağını düşündüğünü anlatır.
Boston Üniversitesi’nde tıp tahsilini tamamlayan Yalom, 1956 yılında Johns Hopkins’den doktorasını aldıktan sonra uzun yıllar başarıyla sürdüreceği akademik kariyerine Stanford Üniversitesi’nde başlar.
Irvin D. Yalom, hayatı boyunca hasta görerek, klinik çalışmalara katılarak, konferans ve seminerlerde konuşmalar yaparak ve kitap yazarak çalışmalarını aralıksız sürdürmüştür.
Başarılı bir akademisyen olan ve kendisi gibi yayınlanmış eserleri bulunan eşi Marilyn ile birlikte, tıp, yaratıcı yazarlık, tiyatro yönetmenliği, klinik psikoloji gibi değişik alanlara yönelmiş dört çocukları ve beş torunlarıyla aynı coğrafyada, San Francisco körfez bölgesinde yaşamaktadır.
“Yaşam, birbirinin kopyası iki yokluğun, doğumdan önce ve ölümden sonra gelen iki karanlığın arasında çakan bir kıvılcımdır.”
Yoğun mesleki faaliyetlerine ek olarak 1970 yılında yayınlanan “The Theory and Practice of Group Psychotherapy – Grup Psikoterapisinin Teori ve Pratiği” adlı bilimsel eseri ile Irvin D. Yalom yazarlık mesleğine ilk adımını atmış olur.
American Journal of Psychology tarafından “muhtemelen konusunda yazılmış en iyi kitap” değerlendirmesine layık görülen bu eserde Dr. Yalom, katılmış olduğu iki binden fazla seans deneyimine bireysel terapi çalışmalarını da ekleyip, grup terapilerinin işleyişini, dinamiğini, avantajlarını, zorluklarını okurlarıyla paylaşır. Tıpkı bir başka yazın ustası olan Isaac Asimov gibi, Dr. Yalom da içeriği açısından bilimsel olması beklenen bir eseri dahi edebiyat okurlarının da rahatça takip edebileceği, hem bilgi sahibi olup, hem de okumaktan zevk duyabileceği sade bir dille anlatma yeteneğini böylece daha ilk kitabında kanıtlamış olur.
Bu başarısı ile birlikte artan özgüveni, yayınevlerinden gelen tekliflerle de güçlenince, psikoterapiyle edebiyatı harmanlamaya “Every Day Gets a Little Closer” (1972), “Existential Psychotherapy – Varoluşçu Psikoterapi” (1980), “Impatient Group Psychoteraphy – Kısa süreli Grup Terapileri (1983) ve “Love’s Executioner and Other Tales of Psychoterapy – Aşkın Celladı ve Diğer Psikoterapi Öyküleri” (1989) ile devam eder.
Aşkın Celladı adlı eserinde Dr. Yalom yine bir ilki gerçekleştirir ve on hastası veya danışanıyla birlikte yaşadığı terapi sürecini, onlarla paylaştığı anları, yalnızlıktan, ölümden, yaşama amacını yitirmekten korkmanın onlar için ne demek olduğunu anlatır, ama asıl önemlisi, bir terapist olarak kendi içinde yaşadıklarını, kaygılarını, tereddütlerini, öfkelerini ve zaaflarını da büyük bir açık yüreklilikle okurlarıyla paylaşmasıdır.
Bir okurunun da dediği gibi, “Yalom, psikanalizdeki yadsınamaz başarısının belki de doğru soruları sormaktan geçtiğinin bilinciyle o satırları kaleme almış; kitap bittiği anda okuyucu da kendini, cevapları ‘mutlak değişimi’ getiren, hayata dair soruların içinde buluveriyor.”
Aşkın Celladı’ndan sonra Dr. Yalom bilim dünyasını bir kez daha şaşırtır ve 1992 yılında “When Nietzsche Wept – Nietzsche Ağladığında” adlı ilk romanı yayınlanır.
Eserin kahramanları, yayınlanmış iki kitabına rağmen kimsenin tanımadığı mutsuz, umutsuz bir filozof (Nietzsche), erkekleri parmağında oynatabilen çekici, özgür bir kadın (Salomé), ve Salomé’ye yakın olabilmek umuduyla Nietzsche ile ilgilenmeyi kabul eden efsanevi doktor, Sigmund Freud’un yakın çalışma arkadaşı, psikanalizin kurucularından Josef Breuer (1843 – 1923). Gerisini yayınevinin tanıtımından dinleyelim: “Ve varoluşun kader, inanç, hakikat, huzur, mutluluk, acı, özgürlük, irade… ve neden, nasıl gibi en önemli duraklarından geçen bir yolculuk başlar.”
“Ancak yaralanmış bir şifacı gerçekten şifa verebilir.”
1996 yılına gelindiğinde Dr. Yalom bambaşka bir romanla okurlarının karşısına çıkar. “Lying on the Couch – Divan”. Bu sürükleyici roman genç bir hekimin, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin başkanlığını yapmış deneyimli ve ünlü bir meslektaşının hastalarıyla cinsel ilişkiye girip girmediğini soruşturmakla görevlendirilmesiyle başlar. Dr. Yalom kendi mesleğinin karmaşık ve tehlikeli koridorlarında çırılçıplak yürümekten korkmamış, her şeyi kontrol edebilmenin şişirdiği egolarla koltuklarına kurulan meslektaşları, onları parasıyla satın almaya çalışan hastaları, nerede başlayıp nerede biteceği belli olmayan duygusal, zihinsel çekim alanları arasında neler olup bitebileceğini tahlil etmeye çalışmış. Dr. Yalom edebi eser kavramının sınırlarını biraz daha ötelere, bilimsel dünyanın arka bahçelerine doğru taşımaya bu eserinde de başarıyla devam etmiş.
“Herkes gerçeklerle yüz yüze gelebilme gücünü kendi tayin etmelidir.”
Aradan dokuz yıl daha geçer. Dr. Yalom bir kez daha hayalle hakikati, edebi eserle bilimsel öğretiyi aynı sayfalarda buluşturur. 2007 yılında yayınlanan bu eserinin adı “The Schopenhauer Cure – Bugünü Yaşama Arzusu”dur. Dr. Yalom ölüm korkusuna, hayatının son demlerini yaşayan insanların psikolojisine kitaplarında çok yer vermiştir. İşte bu yeni romanında da kendisi gibi San Francisco’da yaşayan ve yine kendi gibi başarılı bir psikoterapist olan kahramanı, yani Julius Hertvelt, bir sağlık kontrolünde, hayatını tehdit eden bir hastalığa tutulduğunu ve ölümle burun buruna olduğunu öğrenir. Bir yandan kendi derdine düşmüşken, geçmişiyle hesaplaşmaya, zamanında dertlerine derman olduğu bazı hastalarını, yardım etmekte pek de o kadar başarılı olamadıklarını, ikinci grupta olanların şimdilerde neler yaptığını düşünmeye başlar.
Bu sürecin içinde, gözleri bağlı, körebe oynar gibi sağa sola koştururken geçmişte karşısına çıkan, seks obsesyonuna yenik düşmüş, tüm uğraşlarına rağmen yardımcı olamadığı eski bir hastasına, Philip Slate’e rastlar. Philip artık normale dönmüştür, hatta bir süre daha pratik yapabilirse lisanslı bir terapist olacaktır. Julius’a Schopenhauer sayesinde iyileştiğini söyler.
Pazarlıkta anlaşırlar, eğer Julius Philip’in grup terapi seanslarında ona mentorluk etmeyi kabul ederse, Philip de nasıl Schopenhauer sayesinde iyileştiğini eski terapistine öğretecektir.
Ondan sonrası, sürükleyici bir macera romanıyla bilimsel bir makale karışımı bir kıvamda, okurların sabırsızca çevirecekleri sayfaların arasından akıp gider.
Dr. Yalom romanlarını yazarken bilimsel eserler üzerinde çalışmaya da ara vermemiş, “Momma and the Meaning of Life – Annem ve Hayatın Anlamı, Psikoterapi Öyküleri” (1999), “The Gift of Theory” (2001) ve son olarak yine ölüm korkusunun konu edildiği “Staring at the Sun – Güneşe Bakmak, Ölümle Yüzleşmek” (2008) adlı eserlerini mesleğine armağan etmiştir.
Güçlü iradeye ve özgüvene sahip yazarların söyleşilerinde çok daha cesur, daha yalın ve daha samimi olduklarına inanıyorum.
Edebi sözcüklerin karmaşık anlamlarının arkasına sığınmaya çalışmadan, rol yapmadan, olmadığı gibi görünme gayretinin kendilerine yakışmayacağının bilinciyle her şeyi dürüstçe okurlarıyla paylaşan yazarlara saygı duyuyorum. Irvin D. Yalom da eserlerinin yazılış süreçlerini okurlarından gizlemek ihtiyacı duymayan o dahilerden biri. Özellikle bilimsel yönü ağır basan kitaplarını belli bir aşamadan sonra değer verdiği meslektaşlarıyla paylaştığını, onların görüş ve eleştirileri doğrultusunda değişiklikler yaptığını, editörleri ile kitabının detaylarını tartıştığını rahatça açıklayabiliyor.
Böylece, genç meslektaşlarını da ‘Kaf dağının ardından gelen gizemli ilham, her noktası, her virgülüne kadar kendi kanıyla yazılmış eser’ efsaneleriyle korkutmuyor. Kimseye, nirvanaya ulaşabilmiş seçilmiş insan rolleri de taslamıyor. Netice de o da hepimiz gibi ölümün ne demek olduğunu anlamaya çalışan bir fani…
Prof. Dr. Ve Yazar Irvin D. Yalom’un önünde saygıyla eğiliyorum.