“Ne iş yapıyorsun?” diye sordu, bir sohbet başlatma hevesiyle.
Bu soruya pek çok yanıt verilebilirdi. Orada sessizce durup bu sıkıcı yere beni getirdi diye kocama lanetler yağdırdığımı söyleyebilirdim, ama daha az felsefi olan bir yanıtta karar kıldım.
“Ben romancıyım.”
“Vay canına! Ne kadar ilginç! Emekli olduğumda ben de roman yazacağım,” dedi.
“Sahi mi? Peki şimdi ne iş yapıyorsunuz?”
“Ben dişçiyim,” diyerek bana kartını verdi.
“Ben de emekli olduğumda diş çekeceğim,” diye karşılık verdim.
“Günlerin Getirdiği (2007)”
1904 Şili doğumlu Neftali Ricardo Reyes Basoalta gençlik yıllarında şiir yazarken 19. yüzyılda yaşamış ünlü Çek yazar ve şair Jan Neruda anısına Pablo Neruda takma adını kullanmaya başlar. Bir komünist olduğu için başı yönetimle derde girince politik baskılara dayanamayarak 1948 yılında Arjantin’e, bir başka ünlü şairin, Louis Borges’in ülkesine kaçar. Uzun mücadelelerden sonra bir gün ülkesine geri döner. Bir sosyalist olan lideri Salvador Allende’nin ve onbinlerce Şililinin önünde şiirlerini yeniden okur.
Marquez, 1971 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Neruda için yirminci yüzyılın en büyük şairi demiştir. Büyülü gerçekliğin öncüsü ve yine Nobel ödüllü bir yazar olan Kolombiya’lı “Gabo” Şili’nin ünlü şairine övgüler düzer ve henüz hayatta olan Salvador Allende ülkesini yönetmeyi sürdürürken, Salvador’un yeğeni Isabel de bir çocuk dergisinde editörlük yapan otuz yaşlarında evli bir kadındır.
“Hayatım acılar, kayıplar, aşk ve anılardan ibaret sanki. Kayıplar ve acı benim öğretmenlerim; beni onlar olgunlaştırıyor. Aşk tüm bunlara göğüs germemi mümkün kılıyor, bana keyif veriyor. Anılar ise yazdıklarımın özü.”
Isabel 1942 yılında Peru’nun başkenti Lima’da doğar. Babası Tomas daha sonraki yıllarda Şili’nin başına geçecek olan Salvador Allende’nin kuzenidir. Isabel henüz üç yaşındayken babası Tomas ortadan kaybolunca annesi üç çocuğunu alıp kendi ülkesine, Şili’nin başkenti Santiago’ya geri dönüp ailesinin yanına yerleşir. Annesi yeniden evlendiğinde, bir diplomat olan üvey babası Ramon’la birlikte Lübnan’a giderler. Beyrut’ta eğitimine devam eden Isabel, on altı yaşına geldiğinde ailesiyle birlikte ülkesine döner.
1962 yılında, mühendislik eğitimi gören erkek arkadaşı Miguel ile evlenen Isabel bir yandan evinin kadını olmaya çalışırken bir yandan da çeviriler yapmakta, gazete ve dergilerde çalışmaktadır. Evlendikten hemen sonra kızları Paula, ardından da oğulları Nicolas dünyaya gelir.
Tarihin kaydettiği en eli kanlı diktatörlerden biri olan General Pinochet, Amerikan istihbarat örgütü CIA ile birlikte gerçekleştirdiği askeri darbe sonucunda 11 Eylül 1973 günü Şili’nin başına geçerken, ülkenin seçilmiş başkanı Salvador Allende de çarpışarak ölür. Aradan iki yıl geçmeden, soyadı nedeniyle sürekli ölüm tehditleri alan Isabel, çareyi kocası ve iki çocuğu ile birlikte Venezuella’ya kaçmakta bulur.
“Ne zaman dara düştüğümü hissetsem dedemin sözleri aklıma gelir. ‘Çoğu kez, insanların pek çoğu korkuyu senden daha fazla hisseder.’ Korktuğumuzda olabilecek en kötü şey ne olabilir ki? Ölmek mi? Peki, zaten hepimiz bir gün ölmeyecek miyiz? Neticede o da olacak, yani bunda korkulacak ne var?”
Her şey 8 Ocak 1981 günü başlar.
Sürgünde kendine yeni bir hayat kuran Isabel, Caracas’da gazetecilik yaparken çok sevdiği dedesinin ağır hasta olduğunu öğrenir. Ülkesine geri dönmesi ve dedesini ziyaret etmesi mümkün değildir. O gün Isabel kalemi eline alır ve yazmaya koyulur. Bir yıl boyunca neredeyse her gün annesine bir mektup gönderir. Sonunda bu mektuplar bir roman haline gelir ve ortaya Ruhlar Evi – House of Spirits (1982) çıkar. Isabel’e “büyülü gerçekliğin yazarı” kimliğini kazandıracak bu eseri bastırmak istediğinde Venezuella’daki yayınevleri onu sürekli reddedecektir. Ta ki, bir sekreter Isabel’i telefonla arayıp eserini bu şekilde bastıramayacağını, romanını tesadüfen yayınevindeki masasında görüp okuduğunu ve çok beğendiğini, kendisinin İspanyol bir ajans bulması gerektiğini Allende’ye söyleyene kadar. Isabel bu tavsiyeye uyar ve eseri dört ay sonra Madrid’de yayınlanır.
Bir eleştirmen, sizin Garcia Marquez’den kopya çektiğiniz söyleniyor, ne dersiniz diye sorduğunda Isabel Allende, “Bak dostum, eğer bir dansçı olmak istiyorsan ve Nureyev gibi dans ettiğiniz size söyleniyorsa bundan daha güzel ne olabilir? Benim Marquez gibi yazdığımı söylediklerinde ben böyle hissediyorum. O bu asrın en güçlü yazarlarından biri ve benim onunla kıyaslanmam harika bir şey. Ama, kendisinin bundan hoşlanacağından kuşkuluyum.” diye cevap verecektir.
İlk romanı ile gelen şöhretle yazarlık kariyerine güçlü bir giriş yapan Isabel gazetecilik mesleğini terk eder ve kaderinin ona açtığı yolda yürümeyi sürdürür. ilk romanının ardından Şili’deki politik cinayetleri ele alan Of Love and Shadows, ardından hikayeler anlatan bir kadının hayatını konu alan Eva Luna (1987) ve Eva Luna Anlatıyor (1989) yayınlanır.
Ülkesindeki yazar ve entelektüellerden birçoğunun kendisini ve yayınlanan eserlerini hafife aldıkları hatırlatıldığında Allende, “Çok sattığına göre ciddi bir yazar olamayacağın görüşü okurlara yapılmış bir hakarettir. İnsanlar böyle söylediklerinde sinirleniyorum” diyecektir.
1987’de ilk kocası Miguel Frias’dan ayrılan Isabel Allende, kitap tanıtımı için gittiği Kaliforniya’da bir akşam bir grup insanla yemeğe çıkar. Karşısında Of Love and Shadows kitabından çok etkilendiğini söyleyen bir dul Avukat oturmaktadır. Bir gece sonra ilk beraberliklerini yaşarlar. Ardından Isabel Venezuella’ya uçar, kızına ve oğluna ne yapmak istediğini açıkladıktan sonra San Francisco’ya geri döner ve ilk evliliğinden doğma çocukları ile başı fena halde dertte olan bu yakışıklı avukatla, Willie Gordon ile evlenir.
Her şey yoluna girmişken, Isabel Allende’nin telefonu bir gün yeniden ansızın çalar.
Erkek arkadaşı Ernesto ile yeni evlenen yirmi sekiz yaşındaki kızı Paula aniden rahatsızlanmış ve koma halinde hastaneye kaldırılmıştır. Derhal uçağa atlayıp İspanya’ya giden Allende kızına yanlış teşhis konulduğunu ve yeterli ihtimamın gösterilmediğini düşünen bir annenin içgüdüsüyle kızını Madrid’den alıp Kaliforniya’ya götürür. Artık bir hastanede yirmi dört saat gözetim altında tutulan Paula için tıbben yapılabilecek bir şey de pek kalmamıştır. Çaresizlik içinde geçen o bir yıl boyunca Isabel kendini yeniden yazmaya verir. Bu kez de yattığı yerde şuursuz bir şekilde nefes alıp veren kızına seslenmektedir acılı anne. Çektiği sıkıntıları, yaşadığı karmaşık duyguları, içinden taşan öfkeyi, ana yüreğinde kabaran yakıcı isyanı, acıyı okurlarıyla paylaşacaktır Isabel. Yazarın en çok ilgi gören, adından en çok söz ettiren eserlerinden biri olan Paula, kızının ölümünden üç yıl sonra, 1995’de yayınlanır.
İkinci eşi Willie ve çevresini kuşatan aile fertleriyle kendi “klan”ını oluşturan Isabel, San Francisco’nun asude semti Sausalito’nun bir tepesine kondurduğu villasında romanlarını üretmeye hızla devam eder.
Artık bir ritüel oluşmuştur. Her yılın 8 Ocak günü beklenir ve yeni bir yolculuğa çıkılır. Bu süreci şöyle açıklar Latin yazar: “Organik bir biçimde yazıyorum ben. Kitaplar zihnimde değil karnımda bir yerlerde oluşuyor benim. Hamile kalmak gibi bir şey. Bir filin iki yıl süren hamilelik dönemi gibi. Doğum zamanı geldiğinde oturup 8 Ocak gününün gelmesini beklerim. O özel günde, yani 8 Ocak’ta, mumlarımı, tütsülerimi yakar, içimdeki kıpırdanmalara, oluşumlara bakarım bir süre. Sonra bilgisayarımı açar ve ilk cümleyi yazarım.”
Aphrodite (1998) ve Kaderin Kızı’nın – Daughter of Fortune (1999) ardından Yüreğimdeki Ülkem – Portrait in Sepia (2000) yayınlanır. Bu romanları, hikâyelerini ergenlik çağına geçiş yapan torunları ile birlikte oluşturduğu bir dizi fantastik çocuk kitabı izler.
Isabel Allende bir yandan da başına buyruk kişilerden kurulu koskocaman bir aileyi bir arada tutmanın zorluklarına göğüs germek zorundadır. Günün birinde, torunlarının annesi, oğlu Nico’nun biricik eşi Celia, kocası Willie’nin ilk evliliğinden oğlu Jason’un sevgilisi Sally ile kaçar. Bu yeni lezbiyen çiftin klanın vazgeçilmez üyeleri olarak aile içinde bir şekilde yaşamlarını sürdürebilmesi ve kendi torunlarına bu ikilinin bakmaya devam edebilmesi yazarın fantastik mucizelerinden biri olarak kabul edilebilir…
Tüm bu zorluklar, hassas dengeler Isabel Allende’yi yazmaktan, üretmekten alıkoyamaz. Zorro (2005), Pigmeler Ormanı – Forest of the Pygmies (2005), Canım Sevgilim Ines – Inés of My Soul (2006) ve son olarak da yine kendi hayatını ve aile fertlerini ele alan otobiyografik eseri Günlerin Getirdiği – The Sum of Our Days (2007) yayınlanır. 2010 yılında raflarda yerini alan son eseri Island Beneath the Sea (Denizin Altındaki Ada) ise henüz dilimize çevrilmemiştir.
İlk romanı Ruhlar Evi, Jeremy Irons, Meryll Streep, Glenn Close ve Antonio Banderas’ın rol aldığı bir Hollywood filmi olarak beyaz perdeye aktarılan bu ufacık tefecik hiperaktif Latin güzeli yazara, roman sanatı nasıl bir şeydir diye soracak olursanız sizi şöyle yanıtlayacaktır.
“Yazı yazmak hokkabazlık gibi bir şeydir: Şapkanın içinden tavşanlar çıkarman yetmez, bunu zarafetle ve inandırıcı bir şekilde yapman gerekir.”