İshak Reyna: “İyi bir editör, geliştirici yol arkadaşlığı yaptığı metne gerek bütünü gerekse ayrıntıları gözeterek bakabilecek bir mesafe ayarına sahip olmalı ya da bunu zamanla kazanmalıdır”

Şubat 10, 2025

İshak Reyna: “İyi bir editör, geliştirici yol arkadaşlığı yaptığı metne gerek bütünü gerekse ayrıntıları gözeterek bakabilecek bir mesafe ayarına sahip olmalı ya da bunu zamanla kazanmalıdır”

İshak Reyna’nın Kitapların Yolculuğu kitabı geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarla kitabı ve editörlük tecrübeleri üzerine konuştuk.

Söyleşi: Didem Ünal Demir

Merhaba İshak, hoş geldin. Seni İş Kültür Yayınları’nda Hasan Âli Yücel Klasikler dizisinde kurucu editörlüğünle, YKY’de imza attığın işlerinle ve aynı zamanda Orhan Pamuk’un editörlüğünü üstlenmenle tanıyoruz. Üniversitelerde ders de verdin. Mesleğimizi anlattığın “Kitapların Yolculuğu” ise sadece kitaba, sektöre veya editörlüğe dair değil, yayıncılığa dair her şeyi 360 derece kapsıyor, hem de ayrıntılarıyla. Öncelikle neden yazıldı bu kitap?

— Merhaba Didem, sevgili editörüm, hoş buldum, sen de hoş geldin. Otuz yılı aşkın süredir sektörün içinde, yanında-yöresinde olunca, yaptıkların ister istemez birikiyor diyeyim açılışın için, sağ ol. Okullarda da önce İ. Bilgi, ardından İ. Okan üniversitelerinde mesleğimiz ve sektörümüzle ilgili çeşitli dersler verdim, ama biraz da iş yoğunluğundan, 2019 sonbaharında jübilemi yaptım.

Bu kitabı yazmamın iki, hatta üç nedeni var. Bunca zamandır çalıştığım ve üzerine on beş yıldan fazla süre de eğitimler düzenlediğim sektöre bir tür yazılı borç ödemesi denebilir Kitapların Yolculuğu için. “Yazılı”, çünkü sektörümüz ve mesleğimizin fiili ya da sözlü olduğu kadar, yazılı aktarımlarla da ileriye dönük gerçek bir bellek oluşturabileceğini düşünüyorum. Diğer nedense daha kişisel, hatta biraz da itiraf mahiyetinde: İki yıl önce yayınlanan romanım Azınlık’ın kahramanı Edi bir çevirmen-çeviri editörüydü. Eh, yaşadıklarına paralel olarak, mesleğimiz ve sektörümüz hakkında bolca fikir beyan ediyordu romanda! Onu da azıcık kıskanmış olabilirim…

O halde sektörü biraz tarif etsek mi? Sektördeki çalışmalar hangi kollarda yürütülüyor? Ne tür kitaplar üretiliyor? Sözgelimi “kültür” kitapları ne demek, “eğitim-ders-test” kitapları ne demek? Sektörün büyüklüğü nedir?

— Uluslararası Yayıncılar Birliği IPA’nın sitesinde (internationalpublishers.org) görülebileceği üzere dünyada yayıncılık, bizde olduğu gibi, “kültür” (“ticari yayıncılık” da denebiliyor) ve “eğitim” (ya da “devlet/kamu yayıncılığı”) kollarının toplamından oluşuyor. “Kültür kitapları”, kişinin bir ders, sınav gerekçesi olmadan kendi arzusuyla aldığı kitapların tümüne verilen ad basitçe. Edebiyat ya da edebiyat dışı, çocuk ya da akademik tüm kitaplar bu başlık altında tanımlanıyor. “Eğitim-ders-test kitapları” ise o eğitim-ders ve sonundaki sınav dolayısıyla edinilen ve belli oranda devlet tarafından sağlanan kitaplar.

Ağırlık hangi kitaplarda?

Buradaki ağırlıklar ülkenin koşullarına göre değişiklik gösteriyor doğal olarak. Söz gelimi, Almanya, Fransa gibi ülkelerde “kültür”ün payı %80’lere ulaşıyor. Birleşik Krallık, Güney Kore ve bizde ise “kültür” ile “eğitim kitapları” paylaşımı yaklaşık olarak yarı yarıya. Öte yandan bizde MEB’in “eğitim kitapları”ndaki ağırlığı, özel sektör eğitim yayıncılarını zorlayacak denli büyümekte.

Sektörümüzün gerek “kültür kitapları”ndaki gerekse toplamdaki büyüklüğü ise, 86 milyon nüfusa dayanan bir ülke için maalesef çok yetersiz. Türkiye Yayıncılar Birliği’nin 2023 yılına dair son raporunda (turkyaybir.org) pazarın 167 milyon dolarlık ithal kitaplar hariç büyüklüğü 1 milyar dolar bile değil (908 milyon dolar)! Bunun içinde kültür yayınları ve sadece 13 milyon dolar olan akademik kitapların toplamı ise ancak 383 milyon dolar.

Oysa 52 milyonluk nüfusuyla bizim %60’ımıza denk gelen Güney Kore’de sektörün büyüklüğü 6 milyar dolar. Aynı nüfusa sahip olduğumuz ve “bizi kıskanan” Almanya’da ise 10 milyar dolara dayanmış durumda. Kısacası sevgili editörüm, pastamız (somunumuz) cüssemize göre pek yetersiz ve sorunlarımızın bir kısmı da bundan kaynaklanmakta.

Son tespitin sadece sektör değil ülke sorunlarının kaynağına da ışık tutar cinsten doğrusu. Peki buna karşılık yayıncılığımız yakın dönemde en çok hangi alanlarda gelişme gösterdi sence?

— Çocuk alanında.

Neden özellikle çocuk?

— Bunu da biraz verilere biraz da deneyimlerime bakarak söylüyorum. Bugün ülkemizde özel okullarda okuyan öğrenci sayısı 1 milyon 650 bini geçmiş durumda. Yani örgün eğitimdeki öğrencilerin yaklaşık %10’u. Bu okullar yıl içinde ve hatta tatillerde hem eğitimlerinin hem de adeta saygınlıklarının bir parçası olarak öğrencilerine seçtikleri çeşitli kitapları okutup yayınevleri ve yazarlarıyla etkinlikler düzenliyorlar. Dolayısıyla seçilen kitaplar, hele yazarın etkinliğinden memnun kalınmışsa, sonraki yıllarda da okulun okuma listesinde yer alıp bir tür garantili satış imkânına kavuşuyor.

Bir karşılaştırma yapmak için bu durumu kendimden örnekleyeyim izninle: Azınlık romanını 2000 bastı Doğan Kitap ve 1000 adet bile satılmadı (Everest’in bence akıllılık edip 1500 bastığı Kitapların Yolculuğu’nun satış rakamlarını ise göreceğiz). Ortaokul ve liseli gençler için Günışığı Kitaplığı’na hazırladığım deneme ve şiir seçkileri ise yıllar içinde 30.000 (16. baskıda) ve 20.000 kadar (10. baskıda) sattılar!

Bir de burada, her ailenin gerektiğinde kendinden kısıp çocuğu için elinden gelenin en iyisini yapma güdüsünden bahsedersek sanırım manzara daha da netleşir. Çocuk yayıncılığının bir tür yaşam tarzı oluşturma-pekiştirme alanı olarak görüldüğünü de eklemeliyiz. Kaldı ki, çocuk alanı, yetişkin kültür kitaplarına göre çok daha az editörle –yani çalışan maliyetiyle– sürdürülebilir bir alan yayınevleri için. Söz gelimi YKY’de, çocuk alanında çalışan tek editör var, gerektiğinde diğer editörler destek veriyor. İş Kültür’de ise bu sayı üç. Oysa her iki yayınevinde yetişkin alanında çalışan editör sayısı on üç. 

Peki, editör demişken soralım… Editör kimdir o zaman; sebepleri, görevleri ve de iyi bir editörün ayırt edici özellikleri nelerdir senin için?

— Editör, alanı ne olursa olsun, öncelikle, yayınevlerine başvuran, gelen, önerilen telif dosyaları ve/ya da farklı dillerde yazılmış kitapları okuyup hangilerinin çevrileceğine karar veren kişi demek. Yani ilk işleviyle bir “seçici”. Bu da zaten hem çalıştığı kuruma hem de sektörün geneline ilişkin bir vizyona da sahip olması demek. İkinci işlevi ise, bu seçtiklerini yazarı ya da çevirmeniyle birlikte kitap olmak üzere yayına, baskıya hazırlamak. Yani yazarın ya da çevirmenin o metin kitaplaşırken olabilecek en iyi performansını ortaya koymasına yardım eden bir yol arkadaşlığı yaptığını söyleyebiliriz.

Çünkü yazma ya da çevirme sürecinde metinle biraz fazla hemhal olan hepimizin yazdıklarına “dışarıdan”, titizlik ve dürüstlükle bakabilecek, yazılanların daha iyi olması için öneriler, uyarılar getirebilecek sağduyulu en az bir sese ihtiyacı vardır.

Dolayısıyla, iyi bir editörün, genel geçermiş gibi duran ama bence son derece önemli iki “ön özelliği” olmalı. Bunların ilki; kendi alanında mutlaka ve mümkünse farklı ilgi alanlarında da iyi, meraklı bir okurluktur. İkincisi, kitapları ve içerdiklerini başkalarıyla paylaşmayı isteyecek, önemseyecek denli sevmektir ki onlar için çalışmaktan yılmasın.

Diğer özelliklerini ise yine iki başlıkta toplayabilirim: İyi bir editör, geliştirici yol arkadaşlığı yaptığı metne gerek bütünü gerekse ayrıntıları gözeterek bakabilecek bir mesafe ayarına sahip olmalı ya da bunu zamanla kazanmalıdır bence. Bunun yanında metni sabır ve titizlikle kat ederken aldığı notları, önerileri yazarı ya da çevirmeniyle daima gerekçelendirerek ve nezaketi elden bırakmadan paylaşmalı, onlardan gelecek açıklamaları da dikkate alacak bir duygudaşlık ve iletişim becerisi geliştirmelidir. Aynı özellikler çalıştığı kurumdaki diğer iş arkadaşlarıyla ilişkileri için de elzemdir bence.

Kesinlikle bu söylediklerin mesleğimizi tanımlıyor. Bu anlamda aslında kitapların arkasında, yazarın yanında sessiz/adsız kahramanlar olageldiler. Editörlerin emeği ve adı ilk kez bu dönemde görünür olmaya başladı. Geçmişten bugüne ad da verebilir misin?

— Son seksen beş yılda ve Türkiye özelinde kalırsak: Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) Klasikleri çevirilerinde oluşturduğu “Milli Takım ruhu” ve atılımla Hasan Âli Yücel ve Varlık Yayınları’yla bir anlamda ondan “meşaleyi devralan” Yaşar Nabi ilk aklıma gelenler. 1960’ların ortalarından itibaren gerek de Yayınevi ve Yeni dergi, gerek Yazko Edebiyat gerekse Adam Yayınevi’nde gerçekleştirdikleriyle Memet Fuat. 1960’ların ortalarından 1970’lerin ortalarına e Yayınevi’nde yaygınlıkla-saygınlığı benzersiz biçimde birleştiren Aydın Emeç-Cengiz Tuncer ikilisi. Aynı dönemde başlattığı “20. Yüzyıl Klasikleri” ve külliyat yaklaşımıyla Oğuz Akkan’ın Cem Yayınları. Özellikle Hüsamettin Bozok’un 1950’lerde Yeditepe Yayınları’nda resimlenmiş kitaplarla şiire açtığı özel yeri 70’lerde ve sonrasında Ada Yayınevi’nde sürdüren Ferit Edgü.

Yetişme yıllarım olan 1980’ler ve sonrasında ise benim için önceliği iki ad alır: İkisi de bugün aramızda olmayan bu adların ilki, darbenin sınırlamalarında yazarları ve çevirmenleri farklı bir dayanışma-örgütlenme anlayışı ile Yazar ve Çevirmenler Yayın Üretim Kooperatifi Yazko’da bir araya getiren Mustafa Kemal Ağaoğlu’dur. Diğeri, 1970’lerde Cem Yayınları’nda oluşturduğu çocuk kitapları dizisi “Arkadaş Kitaplar”la pek çok yazarımızı çocuklar için yazmaya yönlendiren ve 1981’de kurduğu Can Yayınları’nda bu öncü yaklaşımı klasikten çocuğa yayan, Orhan Pamuk dahil edebiyatımız ve çeviri edebiyatta yeni adlar keşfetmekten tut da sansür girişimleri karşısında direnmeye dek cesaretle sürdüren yazar Erdal Öz’dür. Bu adlara Murat Belge’den Tanıl Bora’ya İletişim’in ve Müge Gürsoy Sökmen ve Semih Sökmen’le Metis’in kurucu kadrolarını da mutlaka eklemeliyim. 90’larda YKY’de yaptığı atılımla Enis Batur’u da. B/F/S’den Alfa’ya yayıncılık alanında kırk yıldır yaptıklarıyla kuşaktaşım Mustafa Küpüşoğlu da idollerim arasındadır.

Dünden bugüne daha pek çok yayınevi ve editör sayabilirim ama izninle bu dökümü son iki kitabımın editörlerine teşekkürle tamamlayıp pası sana atayım. Azınlık’ın Doğan Kitap’taki editörü Hülya Balcı, bir tür “tamamlanmadan bulunmuş belge havası” vermek için kimi bölümlere koyup kimine koymadığım başlıkları “her bölüme verelim” önerisiyle tamamlatmıştı söz gelimi. Daha da önemlisi; metindeki aşırı yüklü cümleleri örnekleyerek “buralarda entelektüelle editörün mücadelesini görüyorum ben, dolayısıyla metnin selameti için bu tip cümleleri böl, tıraşla, rahatlat” yönlendirmesiyle zaten zamanla biraz mesafe de aldığım metne dair gözümün iyice açılmasını sağlamıştı. Özellikle son hususta sen de Kitapların Yolculuğu’nda epeyce paçamı topladığın için sözü sana bırakayım.

Rica ederim, benim için büyük zevkti; ben de neredeyse otuz yıldır yürüttüğüm mesleğimde, sayende ilk kez “editörün editörlüğü”nü yapma keyfini yaşadım. Yayıncılığa 1996’da henüz bir siyaset bilimi öğrencisiyken İmge Kitabevi Yayınları’nda Levent Kavas’ın yardımcısı olarak başlamıştım. Bu bir şanstı çünkü o dönem günümüzdeki gibi atölyeler yoktu. O yıllara bakışla diyebiliriz ki, son dönemde editörlüğe olan ilgide belirgin bir artış var. Atölyelerin, okullardaki derslerin ve seminerlerin revaçta olmasının sebepleri sence neler? Dolayısıyla nasıl öğrenilebilir editörlük/ya da yetişir bir editör (saha ve aktarım, eğitim ve atölyeler)? Ve yaygın soru: Bir iki atölye çalışması ardından editör olunur mu?

— Sebeplerin ilki ekonomik bence, ikincisi ise sanırım anlamlı bir hayata, varoluşa dair daha genel ve insani bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Yönetenlerimiz, sağ olsunlar, eğitim hayatını da sonrasındaki mesleki ihtiyaçlara göre planlamadığından, ister edebiyat, dil mezunu olsun ister beşeri bilimler, pek çok gencimiz alanlarında, arzu ettikleri işleri bulamıyor. Bu noktada yazarlarla, kitaplarla doğrudan çalışma olanağı getiren editörlük, görebildiğim kadarıyla, insanlarda anlamlı ya da en azından “Neden olmasın ki?” türü bir seçenek duygusu uyandırıyor.

Sektöre ve mesleğe dair baştan bütüncül ve gerçekçi bir manzara çizen, ardından uygulamalara geçen her akademik ders ya da atölye bence işe yarar. Ötesi ise bulduğu, aradığı imkânlarda kişinin kendini, ilgisini, donanımını göstermesine bakar. Nitekim YKY’de işe –bazısı hocalarının yönlendirdiği– stajla başlayıp bugün kadroda olan birkaç editör mevcuttur. Tecrübeli bir editör ve eski bir “hoca” olarak ben de, bugün sektörde editör, çevirmen ya da hoca olarak çalışan Can Kantarcı’dan Erkan Irmak’a, Filiz Karaküçük’ten Kerime Dalyan’a sıkı meslektaş ya da arkadaşlarım olduğunu övünerek söyleyebilirim.

Senin aynı zamanda yazar şapkan da var. Az önce kısaca değindin. Peki terzi kendi söküğünü dikebilir mi, yani bir editör yazarken kendi kitabının editörlüğünü ne kadar yapabilir? Editörlük bilgisiyle kitap yazması daha mı kolay, daha mı zordur sence? “Mükemmel, iyinin düşmanı” mıdır?

— “Kendi metnine editörlük” yazma sürecinde ve akabinde belli bir oranda yapılabilir. Metniyle araya zamansal mesafe girdiğinde biraz daha. Ama o kadar. Kişi başından sonuna metniyle fazlasıyla içli dışlı olduğundan, aşktan tut da sıkılmaya dek yine abartılı duygular içerisindedir ve bu yüzden mutlaka dışarıdan, olabildiğince nesnel –en az– bir değerlendirmeye ihtiyacı vardır.

Dediğin gibi “mükemmeliyetçilikten yazamama ya da bir türlü bitirememe” halini genelde yazıklanarak gözlediğim kişiler oldu benim de yıllar içinde. Ama çalıştığın metinde de tecrübe ettiğin üzere ben pek mükemmeliyetçi sayılmam. Bendeki özellikle uzun soluklu projeler için yazamama hali daha çok zamansızlıktan ve sanırım bu senin için de geçerli.

Evet, haklısın. Nihayet yazabildiğim ilk romanı senin kitabını çalışırken tamamlamıştım –“Bu Cenazeyi Bana Lütfeder misiniz?”– ve ne mutlu bana ki ön okurlarından oldun. Onca yazarla aynı anda hemhal olan bir editörün kendi sesini/metnin sesini bulabilmesi, sonra onu hafta içi mesai saatlerinde gömüp hafta sonları tekrar ortaya çıkarıp, havalandırıp, iyice dinleyip sonra kendi eserini ortaya koyabilmesi de ayrı zaman meselesi aslında. Hepimiz çok yoğun çalışıyoruz. Tanıdığım tüm editörler yüksek tempoda kusursuz iş çıkarmaya çalışıyor. Buradan şuraya da bağlayabiliriz: Ülkemizde sektörün, mesleğin sorunları nelerdir ve bu konuda nasıl çözümler üretilebilir?

— Sorunların bir kısmı başlarda da değindiğimiz 86 milyonluk bir ülke için “somunun” küçüklüğü yani ekonomik. Ama bu bir sonuç belki de. Asıl neden yöneticilerimizin dünden bugüne nasıl yurttaşlar istediğine dair taşıdığı zihniyetle, niyetle, yaklaşımla ilgili sanki. Kitapların ortalama baskılarının dört-beş bin adet olduğu 1970’lerde dönemin başbakanı Süleyman Demirel toplumsal uyanışın ülkeyi yönetmenin önüne geçtiğini söyleyebiliyordu. Televizyonda kitapları silahlarla birlikte “ele geçen örgütsel doküman” olarak toplumun hafızasına kazıyan 12 Eylül 1980 darbesi yayın hayatımıza da öyle ağır bir darbe vurdu ki, 40 milyon artan nüfusumuza karşın, ortalama kitap baskıları o gün bugündür bin-iki bin adede çakıldı kaldı.

Bu ise tıpkı ihraç ürünlerimizin dolar değeri düştükçe aynı ihracat tutarına ulaşmak için daha fazla birim ihraç etme zorunluluğu gibi, aynı ciroyu tutturmak için yayıncıların da üç-dört kat kitap üretmesi demek. Bu da editörün yükünün aynı oranda artması (ama maaşının değil) anlamına geliyor.

Bunun yanında korsanla mücadeleden kütüphanelere kitap alımı politikasına daha pek çok sorunu var sektörün. Ama bunlar hep daha “makro” yani siyasal iktidar ve bürokrasinin katılımıyla, ikna edilmesiyle çözülebilecek konular. Bu da sektörün meslek örgütleri kadar, yaygınlık ve saygınlık kazanmış figürlerinin de ısrarlı talepleri ile toplumsal bir farkındalık yaratmasını gerektiriyor belki. Yoksa iş Milli Eğitim’in “100 Temel Eser” gibi çocuklara ve gençlere hiç söz hakkı tanımayan tepeden uygulamalarına kalır ki, o da olsa olsa sektörde, listede eserleri yer almayan yayıncılarda haksız bir rekabet duygusu yaratır.

Dolayısıyla “çözüm”, hem çocukları, gençleri, eğitimcileri, kütüphanecileri hem de tanınmış tüm toplumsal ve siyasal figürleri kitap okuma konusunda uzun vadeli bir seferberliğe çağırmak, katmak olabilir belki de. Ama “Türk gibi (coşkuyla) başlayıp, İngiliz gibi (istikrarla) devam ettirerek” olmalı bu. Tıpkı 1980’de milli geliri aşağı yukarı bizim kadar olan, aynı yıl bizim gibi bir askeri darbe yaşayan ama bugün milli geliri bizim iki, sektör büyüklüğü ise altı katımıza yaklaşan Güney Kore’nin yaptığı gibi.

Söyleşimizin başında kısaca değindik ama bitirirken ayrıntılı sorayım: Dünden bugüne kimlerin editörlüğünü yaptın? Kimlerin editörü olmak isterdin? Şu sıra neler var masanda/ekranında?

— Orhan Pamuk, birlikte çalışmak için ziyadesiyle imkânlı bir yazar. Daha kendisiyle ve kendisine dair yapılacak pek çok iş var bence. Bunun dışında, YKY’de 1990’larda Ece Ayhan’la, Adalet Ağaoğlu ve İlhan Berk’le, sonrasında İyi Şeyler’de Selim İleri, Hulki Aktunç, Sevin Okyay ve Ahmet Cemal’le, İş Kültür’de Nezihe Meriç ve yine Adalet Hanım’la çalışma fırsatım oldu. Kimlerle çalışmak isterdim? Yaşar Kemal’in editörlüğünü yapmak isterdim, laf aramızda az daha çalışacaktık da: İş Kültür’de Hasan Âli Yücel Klasikleri’ni hazırladığım dönemde, satış müdürümüz Serhat Baysan’a “Kim yapıyor bu diziyi?” diye sormuş Yaşar Bey. Akabinde Yaşar Kemal’in İş Kültür’e geçme ihtimali doğduğunda [sonradan “Rahmi (Koç) ‘geçme’ dedi,” dediğini iletmişti bize Serhat Bey] iki kez görüşmüştük kendisiyle; sanırım ısınmıştık da birbirimize. Ama çalışsaydık durum ne olurdu bilemem tabii.

Son on yıldır Orhan Pamuk’tan sorumlu olduğum için kendisinden bir şey geldiği müddetçe öncelik onundur. Gelmediğinde ise, yayınevi bana boş yere para ödemeyeceği için, İş Kültür’de de birlikte çalıştığımız Ankara Üniversitesi DTCF İngiliz Dili ve Edebiyatı emekli bölüm başkanı Ünal Aytür’le çevirilerini hazırlıyoruz. Birlikte karar verdiğimiz ve iyi sonuç aldığımız bir tür tefrika yani bölüm bölüm çeviri ve editörlüğü yöntemiyle. Dolayısıyla, şu sıra yine onun çevirmekte olduğu ikinci bir Faulkner romanı var masada/ekranda: A Requiem for a Nun/Bir Rahibeye Ağıt.

— Nice kitapların yolculuğuna yine birlikte çıkabilmek dileğiyle teşekkür ediyorum, İshak.

— Aynı dilekle ben de teşekkür ederim Didem.

edebiyathaber.net (10 Şubat 2025)

Yorum yapın