Bir Sabah Uyandığımda Yoktum, ilginç ismiyle dikkat çeken bir novella. Işıl Kocaoğlan imzalı kitap, İletişim Yayınları‘ndan çıktı. Büyük bir şirkette çalışan, genç ve başarılı bir profesyonelin, bir sabah hiç olmamışçasına yokolmasıyla başlıyor roman. Kafkaesk bir tınıyla kahramanımız bir Yokadam’a dönüşüyor ve içinde bulunduğu muammanın nedenlerini aramaya başlıyor. İşiyle, kadınlarla, ailesiyle, dünyayla ilişkilerini kurcalıyor. Farklı hikâyesi, temposu ve sürpriz sonuyla bizde az rastlanır türden bir novella okuyoruz böylelikle. Kocaoğlan’la ilk kitabını, edebiyat anlayışını ve hissettiklerini konuştuk.
Roman, Kafkaesk biçimde başlıyor ve giderek başka bir yöne evriliyor. Siz nasıl tanımlıyorsunuz kitabınızı, bir tür içerisine almak mümkün mü?
Çıkış noktasının Kafkaesk bir his uyandırdığı doğru. Yazarken ister istemez bazı yazarların ortaya koyduğu eserlerin biçeminden ilham alan hikâyeler kurgulamak durumunda kalıyoruz. Nihayetinde sizden çok önce birileri bir yapı inşa etmişken aksi de pek mümkün görünmüyor bana. Sanırım önemli olan bir şekilde farklılaşmayı denemek. Bununla birlikte kitabı kendi açımdan değerlendirmek o kadar da kolay değil. Yapmak istediğim şeyi özetleyebilirim ancak. Varlıkla ilgili, yaşamsal karşılığı olan ya da sorgulanmaya değer bulduğum, kendi derdine sahip bir olguyu işlemek gibi bir amacım vardı. Bunun üzerine gittim. Somut bir şekilde var olan bireyin kendi soyut evreniyle baş başa kaldığında yaşayacağı durumu aktarma arzusuydu bu. Olmamak gibi görünse de aslında bir yerde de olmak olgusunu irdeleme çabası. Türü hakkında bir şey söylemek benim açımdan güç. Bazı şeylere ad koymak, kalıplarla sınırlamak konusunda çekimser biri olduğumu söyleyebilirim ki, söz konusu şey kendi yazdığım kitap olunca tür bakımından bir yere iliştirmek daha da güçleşiyor.
Neden erkek bir karakter seçtiniz? Sembolik olarak neye denk düşsün istediniz. Erkek kahraman dışındaki duygusal etki yaratan herkes kadın. Bir karşıtlık da kurmak istemişsiniz sanki…
Ana karakteri erkek olarak belirlememin nedeni, o bilindik tabirle “modern dünya”da yer alan, her koşulda etkileyici olması, iyi para kazanması, çelik gibi sağlam durması ve tüm bunları gerçekleştirirken de duygularını açığa vurma konusunda ketum davranması beklenen “ideal erkek” tanımını irdelemekti. Arzu edileni bir tercih değil, bir zorunluluk meselesi gibi kodlamaya programlanan bir adamın dünyasını anlama çabası diyelim. Fakat sayfalar ilerledikçe bu yalnızca bir adamın değil, kadınların da kendini ortaya koyma çabasına dair bir sorgulamaya dönüştü. Yani “birey” olarak var olma meselesi.
Duygusal etki yaratan karakterlerin kadın olmalarının nedeni de ana karakterin kendi vaziyetini sorguladığı süreçte toplumsal dayatmalarla şekillenen cinsler arası davranış farklılıklarının kuvvetli çatışmalar sunma etkisinden faydalanma isteğimdi. Sonuçta erkeklere yönelik beklentiler hakkında ifade ettiğim bu dayatmalara farklı bir biçimde kadınlar da maruz kalıyor. Bu tarafta da anaçlık sergileme, çalışsa dahi evini ve ailesini çekip çeviren kişi olma, her koşulda fedakârca davranma yönünde birtakım beklentiler söz konusu ve iki cins arasındaki bu beklentilerin zıtlığı sizin de belirttiğiniz gibi o karşıtlığı güçlendiriyor.
Aynı soruyu temsiliyetler üzerinden açayım, romandaki iki önemli karakterden biri varoluşu ve diğeri yok oluşu temsil ediyor sanki. Edebiyata, varoluşa, kurguya ilişkin ontolojik bir tartışmaya zemin oluşturuyor.
Kurgu meselesi benim için başlı başına bir muamma. Burada kastettiğim şey yalnızca edebiyat da değil üstelik. Bana kalırsa –eğer öyleyse– hayatın kurgusu da bir varlık ve yokluk problemi ki, yaşamda ve elbette edebiyatta hoşuma giden kısım da kurgunun nerede başlayıp nerede sonlandığının, hatta ve hatta gerçekte var olup olmadığının da kesin olarak bilinemez oluşu. Diğer yandan, romandaki iki karakterden birinin varoluşu, diğerininse yokluğu temsil etmesi durumu benim açımdan biraz şüpheli. Öyle ki, bana göre karakterler belli noktalarda yer değiştiriyor. Yani bazı durumlarda yokluğu simgeleyen ana karakter, bir süre sonra varlığı ortaya koyuyor ve aynı zıtlık diğer karakter için de söz konusu olabiliyor. Açıkçası kitabı yazarken odaklandığım şey, okuyucunun zihninde bazı sorular oluşmasını sağlamaktı: Birey olarak ben neredeyim? Bana dayatılan tüm bu toplumsal kurallar içinde idealize edilen maddeler dünyasına ulaşmak için neleri görmezden geliyor, neleri ıskalıyorum? Sahip olduğumu düşündüğüm mutluluk gerçek mi yoksa hissettiğim şey bana dikte edilen koşulların yarattığı tatmin mi? Her şeyden, bedenden dahi soyutlansaydım, bir “düşünce” olarak dünyadaki yerim ne olurdu?
Tabii kitabın sürprizli sayılabilecek sonunun da bu soruları pekiştiren bir üst soruyu akıllara getirmesi güzel olurdu: “Bu olayları yaşayan kişi ben olsaydım ve kitabın sonunda karşılaştığım durum benim başıma gelmiş olsaydı ne yapardım?”
Metin biraz yabancılık hissi veriyor. Hikâyenin evreni, karakterleri, kullandığınız dil bu havayı yaratıyor. Bunu nasıl sağladınız?
Mesafe benim için önemli bir detaydı. Yazarken kendimle kitap arasında, okurken de okuyucu ile cümleler, mekânlar, karakterler arasında bir mesafe olmasını istedim. Karakterlerin ağzından, onlar gibi konuşma, nasıl bir kişiliğe sahiplerse o şekilde aktarma, tarafsız kalma çabasındaydım. Okuyucuya üzerinde durması gereken noktayı parmakla göstermekten ziyade, bir anlatıcı olarak olanları aktarmayı ve gerisini okuyan kişinin yorumuna bırakmayı, serbest bir ifade biçimi kullanmayı istedim. Kitap hangi coğrafyada okunursa okunsun, orada hissedilen şeyin benzer olmasını sağlamaya çalıştım ve çabam bu yönde olunca biçim de satırlara bu şekilde yansıdı. İnsanların hislerini ortaya koyma şekilleri her kıtada, ülkede hatta daha da daraltırsak şehirden şehire bile farklılık gösterirken, ben yerel bir anlatım şekli kullanmak yerine hissin kendisine odaklanmayı tercih ettim. Bir anlamda hiçbir yerin ve her yerin, hiçbir zamanın ve her zamanın kitabı olmasını istedim.
Üslubunuzdan anladığım kadarıyla Saramago’yu seviyor gibisiniz. Kimleri okursunuz, seversiniz? Öte yandan edebiyatta nelerden zevk alır, nelerden haz etmezsiniz?
Okumanın “gerçek” anlamının farkına erken vardığımı söylemek zor. Şunu demek istiyorum. Kafka ve Sartre ile lise yıllarımın başında tanıştım ama ne anladım? Ya da anladığımı sandığım şey gerçekte bugün okuduğumda hissettiğim şeye yakın mı? Edebiyat bambaşka bir ilgi istiyor. Hayatımın belli bir kısmı kendi avareliğimden diyelim, tamamen her şeye boş vermekle, akışına bırakmakla geçti. O yüzden şimdi tam anlamıyla karşılığı olmasa da bir nevi Martin Eden hissi yaşadığımı söyleyebilirim. Saldırgan ve aç hissediyorum kendimi. Özellikle çok sevdiğim yazarlar, onların okumaya kıyamadığım romanları ve bu kitabı ben yazmış olsaydım dediğim kitaplar var. John Steinbeck bu anlamda benim için değerli. Sizin de dediğiniz gibi Saramago’nun o bir üst perdeden konuşma hali, beni ve belki yazım biçimimi de etkiliyor. Proust’un ruhun ve belleğin en ince kıvrımlarının resmini çizen duyarlılığı, Camus’nun bireyselliğinin kuvveti, Balzac’ın erdemli ve katı ifade şekli, Jane Austen’ın kadının iç dünyasına tuttuğu büyüteç, Virginia Woolf’un kelimelerindeki kırılgan güç vb detaylar imrendiğim, özendiğim noktalar. Sevdiğim ve sevmediğim şeylere gelince… Bundan ancak bir okuyucu gözüyle bahsedebilirim. Yalnızca bir kelimeyi anlatmak için yazılan yüzlerce sayfayı ve bunun gevezelik etmeden başarılmasını sağlayan tutkuyu etkileyici buluyorum. Kısacası, tutkusunu, sırtını yalınlığın kuvvetli duvarına dayayarak aktarabilen yazarlara gıpta ediyorum. Sevmediğim şey ise okuyucuyu özellikle bir hissin, bir durumun içine çekebilmek için onun koluna yapışan, aynı şeyi ısrarla tekrarlayan, bıktıran, taklalar atan bir anlatım biçimi galiba.
Son soru, yazım süreciyle ilgili. Çıkış noktanız neydi ve kitaba dönüşene kadar ne kadar değişti?
Çıkış noktam daha önce de belirttiğim gibi, varlığın ve gerçeğin sınırlarını anlama isteğiydi. Modern dünyanın sarmalında maddesel varlığını düşünce evreninden ayırmak durumunda kalan insanın, o soyut dünyaya adım attığında nasıl bir yol izleyeceğini görmek için çabaladım. Açıkçası kitabın ilk taslağını tamamladıktan sonra bazı temel değişiklikler de oldu. Levent Cantek’in ve İletişim Yayınları’nın buradaki yönlendirmeleri çok önemli. Birtakım sadeleştirmeler yapıldı. Konunun bir anlamda çıkış noktasından uzaklaştığı bölümler üzerine yapılan kritik önerilerle daha sağlam bir zemine oturdu anlatı. Bunu şöyle görüyorum: Yazmak benim için insanın yaşarken genellikle ismini koymadığı fakat geri dönüp baktığında sıfatlarla tanımlama ihtiyacı hissettiği durumlara benzer bir süreç. Yaşarsınız ve anlar sona erdiğinde onları, güzel, iyi, kötü, gereksiz gibi sıfatlarla niteleme ihtiyacı hissedersiniz. Ve ne yazık ki bazen bu konuda tarafsız da olamazsınız. Öznel davranırsınız çünkü yaşayan sizin “öz”ünüzdür. İçinden çıkamadığınızda da birilerinin sizin gözünüz olmasını diler, hislerinize arka çıkmalarını ya da size yol göstermelerini beklersiniz. Bu anlamda Levent Bey de benim bir nevi gözüm, yol göstericim olarak bana destek oldu ve kitap bir kısım değişikliklerle “öz”ünden bir şey kaybetmeden son halini aldı.
Söyleşi: Serap Uysal – edebiyathaber.net (9 Mart 2015)