Bazen bir kitabın kapağını açmaya değer mi, değmez mi sezgisel olarak bilirsiniz. Anlamsızlık Saati adlı öykü kitabını bu nedenle açmış olabilirim. Yaşama ilişkin ayrıntılar alacakaranlıkta kaybolmuş gibiyken, karanlık, dünyanın varlığını yalanlamak istermiş gibiyken, bakın bir küçük ışık görüntünün alt kenarından göğe doğru hafifçe göz kırpıyor ve giderek genişliyor. Bir deniz feneri bu. Işıl Madak’ın ilk kitabı. Daha öncesinden onun öykülerini bilmiyordum. Bizi onunla Everest Yayınları tanıştırıyor.
Bir kısmı dişil bir kısmı eril beyinden on sekiz öykü. Zaman zaman anlatıcı sesi cinsiyetsiz bir beyinden size ulaşacak. Hepsinde ayrı başarılar olmakla birlikte kendi adıma dişil sesli öyküleri daha çok sevdiğimi söylemeliyim. Bu arada yazarın öykü kahramanlarının cinsiyetini uzun süre saklamayı tercih ettiğini fark edeceksiniz. Acele etmemeli. Söz gelimi Merak öyküsünde kızıl saçlı kız sahneye çıkana kadar tanımı belirsiz bırakıyor. Av, Parmak Arası, Yılan Taşı, Kuş Vakti, Ay öyküleri için açık mekanlar kullanılmış. Frenk Acısı, Merak, Anlamsızlık Saati, Sevgilim Kedi Değil, Altın İğne kapalı mekanla sunulmuş. Enginarlı Bakla öyküsü açık mekânda bir temayı işlerken kapalı mekâna geçildiğinde başka bir okuma eksenine geçiyor. Doksan Artı Beş, Karanfil Yatağı, Küçük Kara Ayak, Pavlov’un Kedisi ve Üç öyküleri ise, içeriden anlatımlarıyla zaman mekân sıçramaları yapan metinler.
Öncelikli olarak dikkatimi çekenin karakterler olduğunu belirtmeliyim. Olay örgüsü, mekân ve zaman unsurları dahil, öykü metninin birçok ögesi karakterlerin emrine verilmiş. Bu açıdan bakıldığında insan odaklı öyküler okuyacaksınız. Hassas tellerinize dokunulmasına hazırlıklı olun. Betimlemeleri de duygu derinlikleri de insan odaklı oluşlarını pekiştirir nitelikte.
Öyküler birbirlerine beş vakti tanımlayan metinlerle bağlanmış. Ayraç gibi kullanılan soyut metinler kapsadıkları öykü öbeğine gönderme yapıyor. Geceyi betimleyen metin “-di” takısıyla bir vurgu almış ve kitabın kapak renkleri de göz önünde bulundurulursa galiba asıl “dert” gece, yani “Anlamsızlık Saati”. Saatlerin anlamı ölçmediği zamanlar… Dertkovan’ın tanımını okuyan öznelerin keşfine bırakıyorum. Şimdi çekiciliklerini bozmamaya çalışarak (katilin uşak olduğunu söylemeden) öykülerin tadını çıkaralım.
Travma yaşamış bir kadının konuştuğu belirsiz bir yer ve zamanda geçen Frenk Acısını konuşalım. Öyle bir öykü ki her yer ve zamana denk düşebilir. Bu öykünün içerdiği travmaya karşın alçak sesle anlatımı okurda daha derin bir iz bırakıyor. Öyküdeki “Yere düştü baksana,” cümlesi ilk bakışta frenk ağacı meyvesi için kullanılmış gibidir. Bakıldığında bodur, gösterişsiz bir ağaç. Ama öykünün tam ortasında durur ve kadına kendini anımsatarak kaçınılmaza dönüşür. Ağaç da kadının acısı da kök salmış dallanmıştır. Ekşimsi, leke yapan meyveleri kadının çocuğu mudur? Yere düşen de meyve değil mi? Şimdi burada biraz durup kaçınılmaz göstergeler olan renkler üzerine düşünmek istiyorum. “Beyaz” kadim uygarlıklardan beri simgeselliği çok ve çeşitli olan bir renktir. Tümünü burada saymak yerine metindeki anlamı üzerine düşünüyorum, saflık, bozulmamışlık, deneyimsizlik, yaşanmamışlık, yaşam döngüsünün başladığı, ama mutlak renklenmek zorunda olan, (kirlenmek zorunda olan) bir başlangıçtır. Beri yandan matem rengidir de.(Genel anlamda, öyküde ise ölüm durumunun bile lekeli olacağına ilişkin bir sezdiriş vardır.) İyilikle beyazın simgesel bağı su unsuru ve süt unsurları dolayısıyla dişil olmakla güçlü bir bağı öyküde de kurar. “(…) beyazın üstünde leke yapar, kara leke. Çıkmaz.” Anlatımı da anlatıcı/dişinin kendini tanımlamasıdır. “Çıkmaz”, tek sözcüklük bir hüküm bildirendir. Burada kırmızı rengin antik çağda Mars simgeselliğini, erkeklik, militanlık, kan, ölüm ve aynı zamanda doğum, acımasızlık, şehvet ve yıkım özelliklerini seçmeliyiz metin için. “Belki başka şansı olmayanlara özgüdür tadı kim bilir” tanımlaması da olaya göndermedir. Ama bu ilk satırda değil öykü bittikten sonra kavranır. “Hayat ağacı değil bu” söyleyişi dişi anlatıcının kök salmamışlığının, kendini lekeli tanımlayışına göndermedir. Anlatıcı özne/kadın eksen karakter gibi görünmekle birlikte ortada bir çocuk vardır. Saldırı çocuğu, fiziksel kusuru olan. Sevilmeyen, sessizliği ve çocuk aklıyla, kabullenmişliğiyle, kadının yaşamında frenk elması lekesi gibi durur. Ta ki bu istenmeyenin bacağına bir yılan dolanıp o “lekeyi” temizleyecekken… (Burada yılan sembolizmiyle karşılaşırız. Ölüm ve şifa gibi iki zıt anlamı üstlenmiştir burada da. Yılan; çocuğu zehirleyerek onu yok edecek olan aynı zamanda kadının lekesini temizleyecek/sağaltacak olandır) Öykünün bir başka güçlü simgesi çocuğun adıdır: Adem. Tek tanrılı dinlerde ilk erkek insanın adı olarak geçen bu adın anlamı yok oluş, hiçlik, yokluktur. Arapçadır, yok idi, eksik idi” fiilinden gelir. Anlamıyla son derece ilgi çekici bir karakter yaratılmıştır. Final ise okurun içini titretir.
Diğer bir dişil sesli öyküye bakıyorum. Gelenekseli ayrıntılarıyla kayıt altına alan, insan, aile, toplumsal bağlar, yaşam biçimi, alışkanlıklar halkalarının muntazam dizilmiş geometrisiyle Karanfil Yatağı. Anlatımı ve ritmi en iyi öykülerden biri. Finaliyle metnin başarısı çok yükseliyor. Söylemeden söyleyen öyküleri seviyorum. Kavrama adımında okur tarafından deşifre edilmeyi ve yeniden oluşturmayı bekliyor.
Küçük Kara Ayak’da dişil beyin ürünü bir metin. Bu metinden izninizle alıntılar yapacağım.
Nefis betimlemeler bulacaksınız. S.46 “masal oluyor birden su”, S.46 “Ayaklar sudaki köpüklere öğretiyor neşeyi” S.46 Kapatılacak toprağa dua bırakmak için gözlerimi yumdum.” S.48 “Her yerin karanlığı kendindenmiş meğer.” Bu bir mülteci öyküsü gibi duruyor. Kadın meselesini, ele alış biçimiyle çok çarpıcı. Kadın açısından ve içeriden anlatılan, dramatik yapısı, duygu yoğunluğu tam bir metin. Her durumda kadınların payına düşenin dram olduğuna işaret ediyor. Diyebilirim ki birileri bir bölgenin haritasını değiştirmek istiyor, bu kuş bakışıdır. Yazar bunu söylemez, hissettirir. Bu “Allah”ın kararını (zehrini mi demeli) on dört yaşındaki bir kız çocuğunun yaşamına nasıl yansıdığını acı bir sesle anlatır öykü kahramanı. Bu da göz hizası bakıştır.
Üç adlı öykü, Sevgilim Kedi Değil, Dikotemi de dişil sesli, dişil beyin ürünü öyküler. Burada hepsine değinemediğim için üzgünüm. Ama Dikotemi’yle ilgili paylaşım yapmadan geçemeyeceğim. Birbirine zıt durumların oluşturduğu ikiye bölünmeyi lezbiyenlik duygusu üzerinden anlatan örtük bir metin. Kadının zorlanarak evlenmesi, başka bir zıt ikiye bölünüştür. Kocanın iyi görünüşü altında uyguladığı şiddet de dikotemi kavramına karşılıktır. Kadın partnerin gösterdiği ilgiye karşın sonradan değişmesi, kocasını sevmediği halde kadının yürüttüğü evlilik, annesine hayır demek istese de diyememe durumu hep zıtlıklarla ikiye bölünmeyi içerir. Bu öyküyle ilgili bir burukluğum var, keşke adı başka olsaydı.
Gelelim eril sesli öykülere. Anlamsızlık Saati, kitaba adını veren öykü. Sayfa 28’e bakalım. “Meteoroloji istasyonlarındaki alıcılar gibi hareket eden…” (kedi kulaklarını tanımlıyor yazar). Bu tür özgün söyleyişlerinden keyif alınıyor. Okur, üç ayrı saatle anlatıcı karakterin üç ayrı duygusuna zaman ve mekanına sıçratılıyor.
Doksan Artı Beş’te (S.35) şöyle der karakter, “Büyümek, annesi olmayanlar için icat edilmiş değildi, olsa olsa kendiliğinden oluş ifade ederdi bizim durumumuzu. Yani kızarmak, küflenmek, yeşermek hatta ölmek gibi.” Öyküde harika bir “haminne” portresine rastlayacaksınız. Bu karakterin çevresinde özenle yapılandırılmış bir dönem ve insan/ insanlar bulacaksınız. Öyle ki dünselliğe özlem duyanlar bu öyküyü çok sevecekler.
Diş öyküsü, Işıl Madak’ın çok yakın plana yerleştirdiği bir “anlatı aygıtıyla” öykü kahramanının fiziksel ayrıntılarını da beynini de okura gösteriyor. Burada da diş (beyaz) kan (kırmızı) renklerinin ve simgeselliklerinin çağrışımlarını yakalıyoruz. Başlangıçta bir takım fiziksel takıntıları hissettiren yazar, asıl finalde kişilik tanımlamasını tek bir kalem darbesiyle tamamlıyor.
Yılantaşı’nı okurken dikkatinizi 92. sayfaya çekmek istiyorum. “Çocukluğumun geçtiği bu yollar, sırtındakini atmaya çalışan yabani bir at gibi alt üs ediyordu beni,” diyor öykü kahramanlarından biri. Bir köyün terk edilmişliğini Sf.95’ te “(…) on üç kişi yürürken yol yolluğunu unutuyor,” diye anlatıyor yazar. Dahası çok dikkatimi çeken ve beni dil açısından doyuran çok özel bir ayrıntı var, şive veya ağız kullanmadan kırsal dili yaratmış olması, metni bu şekliyle akışkan kılmasını müthiş bir beceri olarak yorumlayacağım izninizle. Çarpıcı ve hazin bir öykünün içinde kayacaksınız Yılantaşı’nda.
Cinsiyetsiz anlatıcı sesiyle anlatılan öykülerden de örnek vermek isterim. Enginarlı Bakla’da çok konuşan karakterle ilgili ikinci karakterin sabırsızlığıyla karşılaşırız ilkin. Uzun (çok konuşan) kısa (az konuşan) iki karakterin diyaloglarıyla çizilmiş karakterlerle ilgili olarak, sosyal durum, beden dili gibi tanımlar yapılmış. Hâkim Bey karakteri arabayla birinci mekândan uzaklaşıp evine, ikinci mekâna, karısının yanına gelince bakış açısı kadından yana zarifçe döner. Geçmiş ve hâkimin karakteriyle birlikte kadının karakteri çizilir. Aynı zamanda sosyal kesit, yaşam tarzına bakış gerçekleşir. S.70’ de “Her şeyi yoluna koyma huzuru. Hele ki içinde birçok şey yerli yerinde değilse,” diye araya giren yazar sesi kadının mutsuzluğuna; örtük mutsuzluğuna işaret eder. O mutsuzluk nakışlı örtülerle de işlenip işlenip üstü örtülür. Monotonluk ve mutsuzluğun düzenle saklanışına ilişkin bir öyküdür. Tıpkı eski evliliklerin çoğunda olduğu gibi. Eksen karakterler hakimle karısı gibi durmakla birlikte oduncudur. Yoksullukla ilgili çocukluk anısını anlatması onu bir anda öne geçirir. Ona getirilen dünden kalmış yemek de sınıf kavramına zeki bir işaretlemedir. Farklılıkların ahengine işaret eden bu öykü yüzünüzde buruk bir gülümseme bırakacak.
Parmak Arası. Öykünün ilk sahnesi bir karakterin fiziksel betimlemesine ayrılmış. Anlatıcı ses aracılığıyla tanıştığımız karakterin beynine girdiğimizde onun birtakım sorunları olduğunu görüyoruz. Bir kaçış (kaçınış belki) ilk koşulu yararsız bir eylem yapmaktır. Parmak arasında yakılmadan öykü boyunca gezen sigara gibi. S.82’ deki bir betimlemeyi buraya almak istiyorum. “Köpekler, kediler, insanlar, arabalar karmaşık haliyle cadde uzun bir dehliz olur açılırdı içinde. Sonra duyduğu seslerin bütünüyle baş edemeyerek savrulurdu her zamanki yalnızlığına.” Bir olayın insan ruhunda yarattığı parçalanmaya tanık oluruz. Sigara eldedir. (Yakılmayan sigaranın nedenini akış içinde, korkulu düşler aracılığıyla okur anlar.) Sigara ve çakmak nesnelerinin odak noktasında olduğu bir öyküdür. Bir insanın portresi gibi dursa da insanın özelliklerinden sıyrılıp, özellikle devinimleriyle pasifleşme haliyle nesneye dönüşmesi ve nesnelerin (sigara ve çakmak) neden oldukları olaylar nedeniyle öykü kahramanına denk düştüklerini düşünüyorum.
Altın İğne’ye geliyorum. Anlatıcı aniden bizi bir erkeğin hayatına sokar. Adamın yalnızlığının derinliğini S.110’da “Ortalama şeyleri dinlerken biraz daha kabullenilmiş hissediyordu,” diye ortaya koyar yazar. Betimlemeler, ayrıntılı ve resim tadındadır bu öyküde. Ona odaklanmışken, yazar kafamızı başka şeye çevirmemizi ister. Ölüp giden, intihar eden birinin önemsizmiş gibi anlatılması meseleyi daha etkili kılıyor. Ama bu olaya çok uzaktan yavaşça yaklaşıyor yazar ve eksen karakterin trajedisi önemini yitirerek yavaşça bir başkasının boşluğuna kayıyor okur.
Pavlov’un Kedisi öyküsünde ise yazar bir başka başarılı ilginçlik yapmıştır. Bakış açısı ve okurla konuşan anlatıcının S.54’ de bir hayvan olduğu okurun hayal gücüne sunulmuştur. “Her gördüğümüz vahşetin bir ayağı insan ayağıyla ölçülüyordu. Ayaklarımızı kaybedişimiz de bundan olmalıydı. Dört ayağımın üzerine yemin ederim ki bu açlıkla koşullanma işini bulan Ivan Pavlov ölmeden önce büyük pişmanlıklar yaşadı.” Finalde kedi olduğunu açıklayan ses, çok entelektüel bir metin ve öykü olmanın ötesinde dünyanın “bilim” ışığında insanlıktan uzaklaşır olduğuna ilişkin önermesiyle çok düşündürücü. Bu öykünün başlığının başka olmasını istedi gönlüm. İp ucu vermeseydi, daha şaşırtmacalı olurdu kanımca.
Işıl Madak… Anlamsızlık Saati’nde size bir randevu veriyor. Buluşmanızı dilerim.
edebiyathaber.net (18 Ekim 2023)