1900 yılı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu (bugünkü Slovakya) doğumlu Sandor Marai iki dünya savaşını da yaşamış, İkinci Dünya Savaşı sonrasında önce faşist rejim, sonrasında da komünist rejimle uzlaşamayınca ülkeyi terk ederek ABD’ye yerleşmiş ve karısının ölümünün ardından intihar edene kadar bu ülkede yaşamış bir yazar.
Bir erkek ve iki kadın arasında geçen hikâyede, yazarın kişisel yaşamının izleri, gözlemleri ve fikirleri satır aralarında karşımıza çıkıyor ve dönem hakkında okuru içeriden bilgilendiren bir panorama sunuyor.
Sandor Marai romanlarını Macarca yazmış. Bu roman da önce Almanca ’ya çevrilmiş sonra da Esen Tezel’in şahane çevirisiyle dilimize kazandırılmış.
Müthiş bir kurgusu olan roman, okumaya gönül vermiş her okurun zihinsel dünyası için bir kazanç.
Hikâye üç kişinin ağzından anlatılarak ilerliyor. Anlatmaya önce Ilonka başlıyor. Zaman iki dünya savaşı arası.
Ilonka Peter’la evli. Kocasını çok seviyor ama evliliği iki kişilik bir yalnızlık.
“Birini sevip onunla yaşayamayacağını bilmek, en büyük acılardan biri.” diye anlatıyor yaşadıklarını.
Bir çocukları oluyor. Yalnızlığının içinde çocuğu için yaşamaya başlıyor ama bir yandan da korkuyor.
“İnsan bu kadar çok sevmemeli, kimseyi bu kadar çok sevmemeli, kendi çocuğunu bile. Her sevgi had safhaya varmış bir bencilliktir.”
Çocuklarını kaybediyorlar.
“İnsan bu acıyı asla aşamıyor. Bir çocuğun ölümü, tek gerçek acı. Diğer her acı, bu yegâne ıstırabı ancak andırabilir.”
Yalnızlığı daha da büyüyor.
“Kuşkusuz beni seviyordu. Fakat aynı zamanda bana evinde, hayatında tahammül ediyordu. Sanki nazikçe hoşgörü gösteriyordu, sanki benim de orada, üç oda ötede yaşamamı kabullenmekten başka seçeneği yoktu.”
Kocasının nezaketi, sessizliği ve susuşları canını yakıyor ama gözyaşlarına inanmıyor.
“Acının ne gözyaşları ne de kelimeleri vardır.”
Büyük sırrı keşfettiğinde yazar dostları Lazar’ın tüm uyarılarına rağmen kocasının portakal kabuğu şekerlemesi aldığı kadının peşine düşüyor ve kötü son geliyor.
“Acılar sayesinde ıslah olduğumuz, daha iyi, daha bilge, daha dirayetli biri haline geldiğimiz doğru değil. İnsan soğuk, çok daha net ve kayıtsız oluyor. Kaderin ne demek olduğunu hayattan ilk kez gerçekten anladığımızda, neredeyse dinginleşiyoruz. Hem dingin hem de son derece tuhaf ve ürkütücü bir biçimde yalnız oluyoruz.”
Ilonka’nın tüm yalnızlığına, Peter’in kararlı mesafesine ve yanındayken bile uzaklarda olmasına rağmen kocasını anlatışında sevgi ve özlem var. İçinde sessiz çığlıklar atarak üzerine düşecek çığı sanki bilerek çağırıyor.
Hikâye Peter’ın ağzından devam ediyor. Karısından daha çok yıllarca aklında, zihninde, gönlünde taşıdığı Judit’i anlatıyor. Bir kadın okursanız eğer burada ona incecik bir öfke hissedebiliyorsunuz. İstiyorsunuz ki onu çok seven, yanında kalabilmek için çok çaba gösteren karısından daha çok bahsetsin ama öyle olmuyor.
Peter iyi yetişmiş, iyi eğitim almış, rafine zevkleri olan, şarabın iyisini yazar dostu Lazar’la paylaşan bir adam. Hayat ona mutluluk üzerine kafa yorma lüksünü vermiş. O da bunu sonuna kadar götürüyor.
“İçten gelen, mutlu hayat hissini, mesleki sebeplerle ya da görevlendirildikleri için ‘büyük topluluklarda’ yaşayanlarda bulmadım. İncinmiş, üzgün, tatminsiz, ortalığı velveleye veren, canını dişine takarak mücadele eden, boyun eğeni ahmak, zekice ve kurnazca ilerleyen insanlarda buldum. Şanslarının yavaş yavaş ve hesaba katılmamış değişiklikler sonucu döneceğine inanan insanlar.”
Belki de Judit’i aklından çıkaramamasının sebebinin tam olarak bu sebeplerle onda mutluluğu bulma ihtimalinin peşine düşmesi olduğunu düşünüyorsunuz.
Hikâyesinde bu ihtimali yakalıyor ama mutluluk hayal kırıklığını da beraberinde getiriyor.
“Günün birinde durulursun. Artık mutluluk özlemi çekmezsin ama kendini kandırılmış ve soyulmuş gibi de hissetmezsin. Günün birinde her şeyi, cezayı ve ödülü, her şeyden payına düşen kadarını aldığını çok net görürsün. Onlar için fazla ödlek olduğun ya da belki yeterince cesur olmadığın şeyleri alamamışsındır. Hepsi bu. Bu bir mutluluk değil, bir kabullenme idrak ve kusurdur. Bir gün bu noktaya da gelinir. Sadece bedeli çok yüksektir.”
Yaşadıklarının sonunda uğradığı hayal kırıklığını şöyle tarif ediyor;
“Yanlış iddialarla talep edilen sevgi, asit, araba kazası ve akciğer kanserinin toplamından daha büyük bir katil. İnsanlar birbirlerini ölümcül bir silahla öldürür gibi sevgiyle öldürüyorlar.”
Hikâye İkinci Dünya Savaşı sonrası yıkık bir şehirde, Buda ve Peşte yakaları derme çatma köprülerle birleştirilmeye çalışılan Budapeşte’de Judit’in ağzından sona eriyor.
Judit hâlâ öfkeli ve yaptığı her şey için haklı sebepleri olduğuna inanan bir kadın. Bazı şeylere sahip olmak için çok beklemiş.
“Hayat her şeyi getiriyor, tek yapmak gereken beklemek.”
O da öyle yapmış ama bu arada sabrı onu ince ince bileyerek iyice keskinleştirmiş. Soğuktan korunmak için donmuş toprağa çukur kazarak içinde farelerle yaşayacak kadar derin bir yoksulluktan geliyor ki zenginliğe ulaşmak için ne gerekiyorsa yapmış ve bundan da hiç gocunmamış ama hâlâ bir şeyler eksik. Devam eden öfkesi işte tam da bu yüzden.
“İnsan zenginse tuhaf bir biçimde hep zengin kalıyor; zengin değilse de çuvalla parası olsa yine hakiki bir zengin olamıyor.
Judit bir yandan Peter üzerinden zenginliğe ulaşma çabasını bir yandan da büyük savaştan ve kuşatmadan çıkmış bir şehri, yaşam mücadelesini ve ortaya çıkan yeni düzeni anlatıyor.
“İnsanların, tek tek kişilerin ya da halkların nasıl olup da günün birinde, bunun böyle gitmeyeceğini, bir şeylerin değiştirilmesi gerektiğini haykırmaya başladıklarını birdenbire anlamıştım. Sonra da sokağa dökülüp her şeyi paramparça ediyorlar ama bu sadece tiyatro. Biliyorsun asıl devrim daha önce gerçekleşiyor; sessizce inşaların içinde.”
Yaşadıklarından ve tanık olduklarından dolayı adalete inancını kaybetmiş.
“Bir yerde bir adaletsizlik ortadan kaldırıldığında yerine yenisi geliyordu.”
Şehirde korkunç bir kaos var, Naziler her şeyi ele geçiriyorlar. Judit de herkes gibi hayatta kalmaya çalışıyor.
“O günlerin cehennemi andıran bir yanı vardı ama cenneti andıran bir yanı da vardı. İlk günah öncesi gibi bir hayat!”
Şekilci, kültür ve onunla bağlantılı şeyleri yaşanmışlık değil de bilgi olarak sahiplenen bir küçük burjuva Ilonka’da, doğuştan ve mecburi burjuvalığını sorgulayan Peter’da, ne yaparsa yapsın proleter ruhundan sıyrılamayan Judit’te ve kaosun içinde entelektüel duruşu simgeleyen yazar Lazar’da Orta Avrupa’nın burjuva dünyasının çöküşüne tanıklık eden bir roman yazmak, burjuvazi meselesinin yazarın zihninde nerede durduğuna da işaret ediyor.
“Belki de devrimin düzenle buluştuğu köprü burjuvazi olacaktır.” diyor Peter. Buna inanmak istiyor.
Barok dönem ressamı Caravaggio’nun İncil’deki bir hikâyeden esinlenerek, güçlü ışık ve gölge kullanımıyla resmettiği Judith Holofernes’in Kafasını Kesiyor tablosu, karanlık ve aydınlığı, ölüm ve yaşamı, güzellik ve çirkinliği anlatarak yazara ilham olmuş mudur bilemeyiz ama yirminci yüzyılın ilk yarısında geçen bu şahane romanda bütün bunlar fazlasıyla var.
Okura ulaşmayı bekliyorlar!