Söyleşi: Hatice Balcı
İsmail Güzelsoy’un romanı Rölanti Çıkmazı geçtiğimiz mayıs ayında Everest’ten piyasaya çıktı. Yazar bu son eserinde, romanın ismine de kaynaklık eden ve ana karakterlerimizin barınağına dönüşen Rölanti Çıkmazı Sokağı’nın sıra dışı mimarisine, tarihi yapılarına okurlarını da ortak ediyor. Bizleri gizemle, mucizevi sahnelerle bezeli fantastik bir yolculuğa çıkarıyor. Romanı okurken, arada bir içinde bulunduğumuz dönemin derin eşitsizliklerle sarsılmış kaotik dünyasından çıkış mümkün olacak mı; nasıl? diye soruyorsunuz kendi kendinize. Yazar son bölümde bu soruya olumlu yanıt veriyor. Geri dönülemez biçimde yitirdiğimiz onca şeyi, çektiğimiz onca acıyı da tutup bir kenara kaldırmadan…
İsmail Güzelsoy’la Rölanti Çıkmazı hakkında konuştuk.
-Sayın Güzelsoy, diyebiliriz ki günümüzün can yakan sorunlarına dair pek çok konu son romanınız Rölanti Çıkmazı’nın temalarını oluşturuyor: Yalnız bırakılma, içerdiği çeşitli boyutları ve en geniş anlamıyla şiddet (ailevi, sosyal, ekonomik vs.), sevgisizlik, yöneticiler ve siyasetçilerle düzenbaz zenginler arasındaki karanlık ilişkiler, sokak oyunlarından uzaklaşmak, gözetim altında tutulma-gözetlenme; tüm bunların bireyin benliğinde açtığı yaralar, Perizad ve Musta’yla temsil ettiğiniz çocukluk travmaları diye sayıp gidebiliriz bu temaları. Romanınızın başlıca kahramanları, yirmili yaşlarda yalnız iki birey Perizad ve Kosta bir şekilde birbirlerini buluyorlar. Rölanti Çıkmazı sırlı geçitleriyle, kaldırımlarıyla, bezemeleriyle onların bu birbirlerinden güç alarak kendileri olabilme, giderek sağlıklı davranıp düşünebilen yetişkin bireyler olarak var olabilme arzularının hem eşlikçisine hem destekçisine dönüşüyor bir nev’i. Bu noktada, Kosta’nın, kurduğu düzenek sayesinde sokağa yayılan müziğini de işin içine katarak romanınızın senfonik yapısını tartışabiliriz sanıyorum. Müzikle yakın ilişkiniz edebiyatınıza yansımasını ve son romanınızdaki müzikal yapıyı biraz anlatır mısınız bize?
İsmail Dede Efendi’nin ölüm döşeğinde söylediği son söz, “Bu dünya ahengini kaybetti” olmuş, derler. İnsanlar hem bencil ve kibirli hem de yalnızlıktan şikayetçiler. Bu da çok tuhaf geliyor bana. Aslında dünyanın ahengini kaybedişinin nedeni kibir ve bencillik. Böyle bir döngü işte! Yalnızlığın boğucu, bunaltıcı baskısından kurtulabilmek zor. Yalnız bırakılmak bir şiddet türüdür. Hem de en ağırından… Afrika’da bir kabilede idam cezasından daha ağır bir ceza varmış. Artık nasıl bir suçsa, o suçu işleyenler öldürülmeyi bile hak etmiyor ve yalnız bırakılıyor. Kimse onunla konuşmuyor, onu görmüyor, duymuyor filan. Diyeceksiniz ki madem öyle o da gidip başka bir kabilede yaşasın. Öyle bir şey de olmuyor çünkü Afrika’nın o bölgesinde neredeyse her kabilenin ayrı bir dili var ve bunlar birbiriyle alakasız. Yani idam cezasından sonraki ve tabii ondan daha ağır ceza, yok sayılmak, görülmemek. Aktaran antropoloğa göre bu cezaya çarptırılanların hemen tamamı intihar ediyor. Şimdi bir an durup düşünelim, Allah aşkına şu anda hepimiz bu cezaya çarptırılmadık mı? En küçük farklarımız bir çatışma alanına dönüşüyor, hırçın, öfkeli ve sorunlu insanlarız. Bunca aşk romanı, aşk filmi, tutkulu şarkılar nereye gidiyor? Peki nasıl olacak? Roman biraz da bunun cevabını vermeye çalışıyor. Evet, dediğiniz gibi, umutlu değilse bile iyimser bir yol öneriyorum ve öyle olacağından da eminim. Zaten yanılıyorsam kimse bunu benim yüzüme söyleyemeyecek, hepimiz yok olacağız. Bu kez masadaki pey küçük bir şey değil, gezegenin ta kendisi. Eğer neoliberal yağmacılar kazanırsa, kendileri başta olmak üzere insanlık ortadan kalkacak. Belki gezegenin kendisi bile… Yoksa da defolup gidecekler ve bu dünyayı yuva olarak gören, diğer türleri kardeş olarak gören, şefkatli bir dokunuşla birbirini sağaltma bilinci olan varlıklar yeni hayatlar yaratacak burada. Kosta ile Perizad’ın yaptığı bu zaten. Bu kesif karanlığın içinde bir tünel bulup kaçıyorlar. Çıkalım bu saçma ilişkiler ağından. Daha şefkatli, diğerkâm bağlarla yeniden kuralım bu dünyayı, diyorlar. Bu olacak… Zahmetli bir yoldan gidiyoruz ama oraya çıkacağız. Tünelin ucunda ışık var ve Bukowski’nin dediği gibi üzerimize gelen trenin ışığı değil. Öyle umuyorum.
-Hem Perizad hem de Kosta onları çevreleyen dünyadan alabildiğine farklılar. Perizad yavaşlığıyla, ağır travmalarıyla, Kosta Hobbit’lerden bile küçük cüssesiyle. Dolayısıyla ellerindeki araçlar, o güne değin biriktirdikleri yeteneklere rağmen başkalarının dünyalarına güvenle girebilmeleri için yeterli değil. Oysa sürekliliğe dayanan sosyal bir ortamda bulunabilmek en temel ihtiyaçlarımızdan. Sizin de söylediğiniz gibi gerçekten de çok ağır bir şiddet biçimi “yalnız bırakılma”. Buradan, “farklılıkların temsili”ne geliyoruz. Zira farklılıkların, bireylere, kamusal alanda onların kendilerini ifade etme ve benliklerini bu yolla genişletme olanağı sağlayabildiği bir dünyaya bir türlü uyanamıyoruz. Bu varoluşsal sorunu sürekli olarak anlatıya taşıyorsunuz. Böyle olunca ister istemez düşünüyor ve soruyoruz kendimize: -Başka türlü yaşamımızı anlamlandırmamız mümkün olamayacağına göre- farklıkların bastırılmadığı, tersine, bunların temsilinin desteklendiği, teşvik edildiği bir toplumsal yapıya nasıl evrileceğiz, ne dersiniz?
Şimdi, birbirimize ve farklılıklarımıza hoşgörülü davranalım, filan demem gerekiyor teamül gereği ama dürüstçe söyleyeyim, bu kavram çok rahatsız ediyor beni. Hoşgörü ince görülmüş bir kibirdir bir bakıma. Ben bamya sevmiyorum, siz seviyorsunuz ama size hoşgörü gösteriyorum, sofrada bamya yemenize izin veriyorum. Hangi hakla! Burada bir alt-üst ilişkisi doğmuyor mu sizce. Mevlâna hoşgörülüymüş… Bak işte, Mevlâna’ya yapılabilecek en büyük saygısızlık bu. Niye hoşgörülü olsun, karşısındakiler düşkün, kötücül filan mıydı Allah aşkına? Hoşgörü kibirli bir bakıştır. Birbirimize tahammül de etmemiz gerekmiyor. Çok istiyorsak kavga da edelim ama bunu kaliteli, hemzemin varlıklar halinde, incitmeden yapmanın yollarını bulmamız lazım. Farklılıklar zenginliktir filan ama insanlar çevrelerindeki insanları dönüştürmeye, değiştirmeye de çabalar. Anlaşılabilir bir şey bu. Önemli olan bunu hangi enstrümanlarla yaptığınız. Bir erk üzerinden konuşuyorsanız, buna hakkınız yok. Yani siz bir devleti yönetirken insanların sigara içmesine karışamazsınız. Bu erkin kötüye kullanımıdır. Ancak akranınız, hemzemin ve hemdem birine bunu söyleyebilirsiniz. “Çok sigara içiyorsun” diyorum ablama mesela. O da atarlanıyor, sohbetimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. O da sigarasına tabii…
Özetle, hoşgörülü olmanın tersi nobran, tahripkâr olmak değil. Hoşgörülü olmanın gerekmediği ilişkiler örgütlemeliyiz. Kimsenin kimsenin merhametine, vicdanına tenezzül etmek zorunda kalmayacağı insan ilişkileri… Evet hoşgörü gibi, merhamet ve vicdan da sıkıntılı kavramlar. Hele de kamusal ilişkileri tanımlıyorsa. Şahsen, vicdanın siyasal bir kavrama dönüşmesinden de acayip rahatsızım. Adam orada yavru köpeğin kollarını kesip kuyuya atmış, “Bunlar vicdansız!” diyorsunuz. Bu doğru bir tanım olamaz. Vicdan değil oradaki sorun; hukuk. Vicdanın yerine bireyler arası hukuku koymak zorundayız. Vardır ya, “Sol dünyanın vicdanıdır.” Tamam, sevimli ve romantik ama doğru değil bu. Sol dünyaya vicdandan arındırma projesidir. Kimsenin kimsenin vicdanına muhtaç olmayacağı bir hukuk mücadelesidir her şeyden önce.
Romanda farklılıklar kışkırtıcı boyutta ancak bunlar, tarif ettiğim hukuk çerçevesinde varlığını sürdürüyor. Üstelik bu farklar tutkulu bir aşka da engel değil.
-Bu sorunu çözebilmek adına elimizde -bugünden yarına uygulayabileceğimiz- ne gibi araçlar var sizce?
Yavan gelebilir ama yanındakini sev. Bu sevme fiili bir hislenişten ziyade bir eylemlilik halini tanımlıyor. Yani başkası için bir şeyler yap, ayağa kalk, itiraz et, ağla. Yaptığımız şeylerin çoğu kendimiz ve dar bir çemberin içindekiler için, farkında mısınız? İşte bu kıstırılmışlık hali bizi yalnızlaştırıyor. Pascal der ki “Tanrıya inanmıyorsanız diz çökün, dua edin.” Bu şu demek: Siz bir ritüeli ifa ettikçe onun içeriğine ulaşırsınız. Birileri için bir şey yapmak ile âşık olmak aynı hormonları hareketlendiriyor, biliyor musunuz? Adam diyor ki, biz deprem için önlemimizi aldık, depreme dayanıklı bir konuta taşındık. Deli misin be adam, İstanbul’un yüzde kırkı yerle yeksan olmuş, etrafta ceset kokuyor, su yok, elektrik yok, şimdi kurtulmuş mu oldun yani? Deprem bölgesinde kaç kişi bunu söyledi: En şanslı olanlar ölenlerdi…
Hayır, tek başına kurtuluş diye bir şey yok. Yalnızca etik anlamda değil, işlevsel değil zaten. Biriyle tanıştığımız zaman aklımızda beliren ilk şey, “Ne alabilirim?” değil, “Neyi paylaşabilirim?” olmalı. Bunu yaratamazsak yok olacağız. Ötekiler için dertlenmeyen insanlar sistemin garantörüdür.
Şefkatli insanlar yetiştirmeliyiz. Sanat bunun için var zaten. Dolaylı ve dolambaçlı bir yoldan gitse de sanat sonuçta karşındakini anlama, hissetme yordamlarının en güçlüsüdür. Bu dünyanın canlı olduğunu anlamamız gerekiyor. Ölü bir toprak üzerinde değiliz. Öyle olmaya doğru gidiyor ama hâlâ şansımız var. Bence dünyayı alınıp satılır arsalar toplamı olarak görenler ile onu yuva olarak görenler arasında oynanacak son maç. Ve biz kazanacağız. Çünkü neoliberallerin yarattığı dünyada kendileri bile iyi hissetmiyor artık, bunu görebiliyoruz, değil mi? Yani çocuğunu bilmemne okullarında, bilmemkaç dolarlık aidatlarla okutuyorsun, onca yatırım yapıyorsun ama ortada yaşayabileceği bir dünya kalmayacak. Şu anda, avrosentrik birinci dünya, sınırlarını koruyarak bir eşiği atlatmaya bakıyor ama bunlar hep palyatif çözümler. Hava, su, toprak zehirleniyor usta. Göçmenlere gelene kadar neler var. O göçmenler laf olsun diye oradan oraya savrulmuyor. Dünya bitiyor ama kimse itiraf etmiyor. Hava çok sıcak ve klimayı basıyorsunuz. Aynı depreme karşı aldığın “önlem” gibi. E yarın klimanın bile çözemeyeceği bir aşamaya gelince ne yapacaksın? Peki ne yapacağız? Tabii ki yolumuzun yol olmadığını kabul edeceğiz. Başka türlü hissetmeyi, başka türlü yaşamayı seçeceğiz. Birbirimizi, değerlerimizi, inançlarımızı, farklarımızı kabul edeceğiz ve bunu hukukla da sabitleyeceğiz. Yoksulluğu ortadan kaldırmak zorundayız. Yoksulluk şiddettir, bunu uygulayanlar suç işlemektedir. Gelir adaletsizliği için topyekûn mücadele verilmeli. Özetle neoliberaller defolup gitmeli dünyadan. Çözüm bu. Cennet ayağımıza gelir o zaman.
– Perizad’ın üniversiteden de hocası sosyal antropolog Tatyos Hoca, günümüzün kentli çocuklarının sokakta oyun oynama alışkanlığının kaybolmasından yakınıyor. Çocuk oyunlarının tarihsel bağlamına vurgu yaparken bu kaybın içerdiği tehlikelere dikkat çekiyor. Size göre oyun insanlığa dair hangi erdemleri temsil ediyor biraz anlatır mısınız?
Baştan beri sözünü ettiğim insanların dünyadaki diğer canlılarla ve birbirleriyle kurdukları ilişkilerin karmaşık bir hukuku var ve bu hukuk her üretim formasyonunda “resetlenir”. Her kuşak, kendisinden sonraki gelecek olanlara değerlerini aktarabilmenin yollarını arar.
İnsanın dünya üzerindeki yolculuğu trajiktir. Zeki Müren’in bir şarkısında söylediği gibi, “Yaşamaya alışırken çıkagelirmiş ölüm”. Tam olarak bu dünyayı kavradığınız zaman, edindiğiniz onca birikimi somut bir şekilde deneyimleyebileceğiniz imkânlardan ve enerjiden yoksun olduğunuzu anlarsınız. Değerlerinizi, birikimlerinizi çocuklarınıza, torunlarınıza aktarmanın yollarını ararsınız. Geleneksel dünyada, kadın bunu masalları ve ninnileriyle yapar. Çocuğa hissetmenin terbiyesini böyle aşılar. Ancak bireysel ve dolayımsızdır bu terbiye. Sokak oyunları daha örgütlü ve kamusal alana ait bir terbiyeler manzumesi sunar bize. Çocuk sokakta oynamaya başladığı anda, hem akranlarıyla hem sokağın bizzat kendisiyle ilişki içinde olur. Manavı da, kıraathanesi de, yoldan geçeni de o oyunun bir parçasıdır. Yan apartmanda, dışarı hiç çıkmayan çocuğu, cama tıklayarak oyuna davet ettiğimizi hatırlarım mesela. Mahallede bir çocuğun bizimle oynamaması tuhaftı. Bu dışarıda kalanın, ötekinin de oyun içinde tanımlanabilmesi, tanınabilmesi, kendini ifade edebilmesi için büyük bir imkandı. Her oyunun kuralı aslında hayatın kurallarının maketidir. Nerede mızıkçılık yapacağınızı orada öğrenirsiniz, mızıkçılık yapan birine nasıl mukabelede bulunacağınızı sokakta öğrenirsiniz. Aşağı mahalleyle kavga etmeyi, barışmayı vs. orada öğrenirsiniz. Kız gruplarıyla oğlan grupları arasındaki etkileşim, gündelik hayattaki kadın-erkek ilişkisinin bir modelinden başka bir şey değildir. İşte bu ilişki ağı bir çocuğun büyüme çağında tekil bir benlik olarak değil, hem tekil hem kolektif bir kimlik içinde davranabilmesi için müthiş bir fırsattır. Bir çocuk vardı, adını hatırlamıyorum ama herkes ona Zeki derdi. Sanırım Zeki Müren’den esinle… Çocuk kırılgandı. Dedikodu yapılırdı onun hakkında. “Kız gibi bir şey” derlerdi filan ama yine de sokakta oynardı bizimle. Kimse de “Zeki”nin varlığını yadırgamazdı. Eşcinselliğin “sapıklık” olarak yaftalandığı dönemlerde bile, “Zeki” kod adlı bu çocukla bağ kurabilme şansımız olmuştu ve bu bağ bir hoşgörü filan değildi. Doğal, sıradan bir akran ilişkisi… Düşe kalka öğrenilen, kabul edilen bir süre sonra da sıradanlaşan (doğallaşan) bir bağ bu. Çocuk aklımızla bile, yetişkin dünyanın etikitleme saçmalığından azade olmayı başarmışız demek ki. İhtiyacımız olan şey bu işte. Sokakta aynı takımda maç yaptığın birinin cinsel kimliği geri planda kalır, insan olarak onun varlığını kabullenmeyi, hazmetmeyi öğrenirsin. Sokak hayatın gerçek sahnesidir. Gerisi kulistir. Hayat sokaklarda kurulur, biçimlenir. Sokaktan korkmayan bir despot yoktur. Çünkü sokak dönüşümün yuvasıdır. Neoliberal dünya sokağı elimizden aldı. Tapun kadar konuş, dediler bize. Tapusuna sahip olduğumuz seksen metrekare bizim, geri kalan her şey onların. Yok ya! Sokaklar da, denizler de bizim usta. Bu dünyaya doğmuş olmak bir mutluluk hissesi edinmektir. Çocukları sokaklardan kovarak başladılar bu oyuna. Bunu aşmamız şart. Koy kapının önüne iskemleni, kur sofranı, geleni geçeni davet et, yeni bir hayat başlasın şehirlerde. Mesele yalnızca çocuklar değil yani. Yetişkinlere de haram edildi sokak yaşantısı. Benim çocukluğumda kapısının önüne hasır iskemle, bir sehpa atan, komşusuyla iki kadeh parlatan çok insan olurdu. Ne oldu, niye yok şimdi?
-Romanınızın o büyülü atmosferini oluşturan Rölanti Çıkmazı’na yerleştirilen yapıların mimari dokuya kattıklarını okurken İstanbul’un, özelde de Kurtuluş’un tarihine, kültürel zenginliğine içlenmemek elde değil. Anlatıcının deyişiyle unutulmuş, unutulduğu da unutulmuş bu sokak onu fark eden, ona dikkatle, merakla bakan ziyaretçileri şefkatle karşılayan canlı bir varlık aynı zamanda. Bu durum bana vaktiyle çok severek okuduğum John Berger’in Buluştuğumuz Yer Burası’nda Cenevre’ye dair yazdıklarını hatırlattı. Berger orada, “ Cenevre şehri canlı bir insan kadar çelişkili ve bilmecemsidir” der, ve ekler “Bu duvarların ardında her şey okunmayı bekliyor. Cenevre’nin arşiv sokakları diye adlandırıyorum onları…kapıcı ya da yargıç değil Cenevre. Bir gözlemci, tecellinin ve tesellinin çeşitliliğiyle büyülenen bir gözlemci…Ne kadar korkunç görünürse görünsün bir durumla yüz yüze kaldığında ‘Anlıyorum’ diye mırıldanmayı başarıyor, sonra da nazikçe ekliyor: ‘Gel otur şöyle, bakalım sana ne getirebilirim.”
Peki ya İstanbul -ya da Kurtuluş- bu romanı yazarken size bir şeyler fısıldadı mı diye sorsam?
Dünyada ilk maskeli balo Kurtuluş’ta yapılmış. Apukurya adıyla bilinen, Etyemez yortusu sonrasında, Şubat ayında gerçekleşen muazzam bir yürüyüştü bu. Ahmet Mithat Efendi’nin “Karnaval” romanında ayrıntılı olarak anlatılır. Gerçi yazar pek hoşlanmamış görünür ama her bir ayrıntıyı da ballandıra ballandıra anlatır. Apukurya, inançlı Ortodoksların da gıcık kaptığı bir törendi. At sırtında, yürüyerek, yüzlerinde “maskaramenos” adı verilen maskelerle ve özel kostümlerle yürüyen binlerce insanın katıldığı bu geçit töreni sabaha kadar sürerdi. Şimdi bir bakın, Venedik Festivali, Brezilya Festivali vs. Ne kadar çok insan akar oraya dünyadan, değil mi? Nerede bizim Apukurya? Ne yaptık ona? Neden şubat ayının karanlığında bu yürüyüş yapılmıyor mesela? Kurtuluş şenlikli bir yerdi vaktiyle. Bir geçiş güzergahı değil, muhitti. Mimarisiyle, kendine özgü tavernalarıyla, meyhaneleriyle olağanüstü bir kültür adacığıydı. 1987 yılında yerleşip uzun yıllar yaşamıştım Kurtuluş’ta. O dönemki ruhunu bütünüyle yitirdi. Şimdi kentin varoşu bile olamayacak kadar betona ve gürültüye gömülmüş ucube bir yere dönüştü. Ama düzelecek.
-Ana karakterlerimiz Perizad ve Kosta gerek birbirleriyle gerek başkalarıyla diyalog halindeyken veya çevrelerinde olup bitenleri yorumlarken, analiz ederken fazlasıyla akıllılar: Perizad balkona çıkamıyor ama balkonlar üzerine yüksek lisans tezi hazırlıyor. Kosta plaklarla, kitaplarla haşır neşir. Müziğe ilgisi, besteler yapacak kadar yaratıcı bir yöne doğru ilerliyor. Hatta sonra sonra görüyoruz ki onun müziği kötülüğü yere çalabiliyor. Öte yandan, kahramanlarımız kendi dünyalarına çekildiklerinde kendilerine karşı yıkıcılar. Uyanık bir zihne sahip her iki karakterimizin de kişiliklerine içkin bu çelişki romandaki ana gerilimi oluşturuyor bana kalırsa. Kahramanlarımızın kişiliklerinin bu özelliğinin kurgunun ritmine, yapısına kattıklarını anlatır mısınız?
Kurgu sanatlarında iki temel çatışma var. Kurguyu ilerleten, gerilimi yaratan bu iki çatışmadan biri dış dünyada, karakterlerden bağımsız, onların amaca ulaşmak adına aşmaya çalıştıkları durumlardır. İkinci tip çatışma, bir insanın kendi iç dünyasında beliren ve çözmesi beklenen çatışmadır. Romanlarımı yazarken bu iki çatışma arasında bir denge oluşturmaya çabalıyorum. Dosteyevski romancılığından öğrendiğim en önemli şeylerden biri de bu galiba. Dış ve iç çatışma arasındaki diyalektikten faydalanmayı deniyorum. Yani karakterlerin yaşadıkları ile bu yaşananların onların iç dünyasında yarattığı dönüşümü okura aktarabilmek çok önemli benim için. Ana karakterlerdeki (bazen yan karakterler de dahil) dönüşümü okurun gözü önünde, adım adım işlemek benim için hayati bir şey çünkü bu yolla bir duygulanım haritası belirir okurun zihninde. Neden Perizad ile Kosta’nın olmadık bir şekilde birbirlerine yöneldiklerini buradan okumamız gerekiyor, diyorum. Ya da Taş Muzo’daki dönüşüm…
Bu karakterler tanımlanması zor bir şiddete maruz kaldıkları halde direniyorlar. Kastre olmamak, hayattan kovulmamak için çabalıyorlar. En umutsuz oldukları anda birbirlerini buluyorlar. Bu dünyanın itilip kakılmış varlıkları birbirine sarıldığı zaman her şey değişir. Taht devrilir, taç yerlerde sürüklenir, saraylar şenlik otağı olur.
-Taş Muzo karakteri; onu çocukluğuna varana dek çizmeniz, ondaki kötülüğün bakışlarında cisimleşmesi ile şehri birbirine katarak korku salan kaplan arasındaki benzerlikleri, her ikisinin de kurguya kattığı gerilimi ve anlamı anlatır mısınız biraz da?
Taş Muzo, biraz önce sözünü ettiğim, dünyayı arsalar toplamı olarak gören, neoliberal yağmacılığı simgeliyor. Bu insanların nereden geldiğini, nasıl hayatımıza çörekleniverdiklerini anlatıyor. Kaplan ise, doğal olduğu ölçüde doğasından koparılmış ve Taş Muzo’nun ihtiraslarına alet edilmiş bir kukla. Korku yaratmak için üretilmiş bir gölge oyunu. Bunların toplamı ve Taş Muzo’nun insanları kandırırken orgazm olması gibi detaylar aslında yaşadığımız post-truth denilen melanetin simgesi. Bu anlamda, dilerseniz kaplan imgesini de Anadolu kaplanları olarak okuyabilirsiniz. Ancak bu ilk katmanda tanımlayabileceğiniz bir şey olur. Derinlerde kaplanın simgelediği daha karmaşık duygulara da göndermeler olduğunu düşünüyorum. İnsanların sürekli tehdit altında, korkarak, sinerek, vesveselerini efsaneleştirerek, mitler yaratarak ve yaratılan mitlerin yarattığı şiddetle insani vasıflarını kaybetmeleri de simgelerden biri mesela.
-Perizad’ın yavaşlığı, ona, herhangi bir olayı, durumu incelerken çok farklı boyutlarıyla görme, anlama yeteneği kazandırıyor. Böylesi bir davranış alışkanlığı, çağımızın, insanlardan bir şeyler talep ederken hızlı davranmalarını öğütleyen örgüt yapılarını düşündüğümüzde, toplumda yeşermesi pek istenmeyen bir şey. Üstelik aynı şirketler, kurumlar insanların hakları ve beklentilerinin korunması söz konusu olduğunda vurdumduymaz, inkârcı, dışlayıcılar. Çoğunluğun buzdağının o görünmeyen taraflarına bakabildiği anda neler değişir sizce?
Hız yalnızca trafikte değil, gündelik hayatta da ölümcüldür. Hız size yalnızca para kazandırabilir belki ama yavaşlık hayatın parayla alınamayacak bütün değerleriyle temas sağlamanızın ilk önemli adımıdır. Benim kurgu derslerinde öğrencilerime ilk öğrettiğim şey yavaşlıktır. Dersin başlığı da öyle zaten: Yavaşlık sanattır. Bir edebiyatçı çağıyla aynı tempoda dans ediyorsa, aynı frekansta salınıyorsa vay onun haline. Bir süre sonra çağının propoganda makinesine dönüşebilir. Hayır, dilim sürçmedi, çağın propoganda makinesi olmak diye bir şeyin tanımı var bende. İlle de bir ideolojinin çığırtkanı olmak gerekmiyor, yaşanan ilişkileri veri kabul ederek de bir çığırtkan olabilir sanatçı. Sanat bir itirazlar manzumesidir. İnsanlar yaşanan hayatı reddetmek için yazar, beste yapar, heykel yontar. Çünkü hayat yetersizdir, yavandır, sıkıcıdır. Bunun için de o ritimden çıkmanız gerek. Hem borsa takip edip hem de önemli eserler yaratacak bir yazar mı olmak istiyorsunuz? Hem paranız batar hem de edebiyata haksızlık yapmış olursunuz. Belki çok ukalaca konuşuyorum, bana kızabilirsiniz, olsun, canınız sağ olsun ama gerçekten bir kenarda durmak, bu akıştan kopmak zorundayız. Aynı suyun üzerinde usulca kulaç da atabiliriz, çırpına çırpına batabiliriz de. Ben yavaşlıktan yanayım. Yavaş ama akışkan… Derin sularda yüzebilmenin yegâne yolu bu. Benim bildiğim, diyelim.
-Yok kızmıyorum elbette size, bilakis hak veriyorum. Yeri gelmişken içtenlikle de söylemeliyim romanınızı okurken genç yaşta kaybettiğimiz Amerikalı aktivist-akademisyen yazar David Graeber’in dilimizde Tırışkadan İşler adıyla yayımlanan eserini düşünüp durmadan edemedim. Bir de uzun yıllar depresyonla boğuştuğunu okurlarından gizlemeyen gazeteci Johann Hari’nin Kaybolan Bağlar’ını. Graeber, eserinde çağımızın toplumsal ve bireysel açmazlarını iş dünyasının kodlarını parçalayarak ele alıyor. Sözünün bir yerinde “ iş topluma ne kadar yardım ediyor, fayda sağlıyor ve toplumsal değer yaratıyorsa alınan ücret de o kadar az oluyor” diyor meselâ. Aynı şekilde Hari de, sorunlarımızın derinlerindeki psikolojik süreçlerle sosyal- ekonomik örgütlenme biçimleri arasındaki bağlantıları örneklemelerle birlikte okuruna daha görünür kılıyor. Rölanti Çıkmazı’nda da -tıpkı Taş Muzo örneğinde olduğu gibi- çok para kazandıran işlerin, ne kadar karanlık yanları olursa olsun, tartışmasız statü sağladığına şahit oluyoruz. Öyle ki insan onuruna yaraşır biçimde yaşamayı seçerseniz parasızlığa mahkûm olabiliyorsunuz. Sıradan insanlara, refahınızın yükselmesini istiyorsanız hayattan alacağınız zevkleri ertelemeniz gerektiği vaaz ediliyor sürekli. Uzun lafın kısası insanlığın selâmeti, iyiliği adına işin, iş etiğinin yeni baştan tanımlanmasının kaçınılmaz olduğu bir aşamada değil miyiz sizce de?
İnsan olarak bu dünyadaki işlevimizi öylesine dar bir pencereye sıkıştırmışlar ki ne ufuk görebiliyoruz ne çıkış bulabiliyoruz. Ben genç Marx’tan çok şey öğrendim, en azından böyle düşünmeyi, diyeyim. Evet, epistemolojik olarak hümanist bir çizgide ama onun da hakkını veren, devrimci bir filozof genç Marx. Bu dünyada doğan her çocuğun potansiyel bir Picasso, bir Tanburi Cemil Efendi, bir Çaykovski olduğunu düşünün. Sonra biz onu alıp fabrikada vida sıkmaya gönderiyoruz. Hayatlara bakın. Yolda karton toplayan o çocuk bir baş kemancı olabilirdi. Taksi şoförü felsefe kürsüsü başkanı olabilirdi. Neden bu kadar indirgendik? Neden kitap okumak, müzik dinlemek birer lüks haline getirildi? Buradan nasıl çıkarız? Reddederek. Bize dayatılan her şeyi ya da artık sistematik bir şiddete dönüşen yoksunluğu, yoksulluğu yere çalmamız gerekiyor . Bu karanlık çağda yazan, besteleyen, dans eden herkes bu karartmanın müsebbipleriyle de kavga etmek zorunda. Önümüzde çok keskin bir viraj var. Yapay zekâ, robot teknolojisi vs. sınıf kompozisyonunu alt üst edecek yakında. Zaten ağır bir destabilizasyon var, bu daha da katmerli hale gelecek. Aman, sağla-solla ne işim olur diyenleri büyük sürprizler bekliyor. Danimarkalılar der ki, “Her zaman komşunun kapısını çalmazlar.” Şimdi o haldeyiz, bizim kapımıza dayandılar. Dünyanın yarısının gelirine eşdeğer parayı 70 kişi cebe indiriyor ve biz bunu doğal kabul ediyoruz. Karşı çıktığımızda da terörist oluyoruz öyle mi alay komutanı? Daha son sözünü söylemedi öteki dünyanın çocukları. Eline bir bayrak, bir kitap alan herkesin borusunu öttürdüğü bu günler de geçer. Geçecek. Bu devran dönecek. İnsanın gerçekten kendini gerçekleştirebileceği, hayatın, yalnızca başını sokacağı bir daire ve iki lokmadan çok daha fazlası olduğunun anlayabileceğimiz zamanlar da gelecek. 1930’larda Kars’ta bir Cuma akşamı, yaklaşık 30 ayrı yerde klasik müzik dinletisi yapılırdı. Şimdi karnını doyurmaya çabalayan gariban insanların yurdu. Radyo açmaya bile mecali kalmamış insanlar olduk. Bu hak mı? Dünya dönüyor ve umut var demektir. İnsan, doğa, hayat, asgari varlık seviyesine hapsedilmiş durumda. Git çalış, didin, uğraş, arada marka kahve salonlarında bir latte iç, iki dizi izle, yat aşağı, ölümü bekle.
Ben bir tercih yaptım. Ya tarif ettiğim gibi yaşayıp para kazanacaktım ya da roman yazacaktım. Düşünmeme gerek kalmadı. “Ormandaki en kısa yol”u seçtim.
– Son olarak ekleyecekleriniz var mı İsmail Bey?
Umut ya da umutsuzluk kıskacında olmak yanlış. Sen ne yapacaksın usta? Kurtarıcı beklemekten vazgeçmek zorundayız. Kurtuluş güzellikte, hoşlukta ve bize dayatılan bu tahripkâr dünya değerlerine karşı koyabilmekte. Romanını oku, müziğini dinle ve işe gitme. Kredi kartını kitap ayracı yap. Neoliberalizm çöker ve daha güzel bir dünyanın kapısı aralanır. Kimse kimseye cennet veremez ama hepimiz bir araya gelince cenneti yaratırız zaten. Bir cehennem yaratabildiğimiz gibi…
-Hep birlikte yeryüzünde cenneti yaratabilmeyi diliyorum ben de.
Sayın Güzelsoy bize vakit ayırdığınız; etkileyici ve bir o kadar da düşündürücü son romanınız hakkında söyleşme fırsatı tanıdığınız için çok teşekkürler.
Asıl ben teşekkür ederim, şahane sorulardan ve uzun monologlara gösterdiğiniz sabırdan dolayı.
Rica ederim, zevkti.
edebiyathaber.net (24 Temmuz 2024)