İstanbul işte böyle yıkadı kanı | Ece Temelkuran

Temmuz 11, 2016

İstanbul işte böyle yıkadı kanı | Ece Temelkuran

ece-temelkuranEce Temelkuran Atatürk Havalimanı’ndaki terör saldırısının ardından New York Times’ın davetiyle yazdığı makalede Türkiye’de dayatılan vurdumduymazlığı anlattı. Ülkenin ruh sağlığının nasıl etkilendiğini anlatan Temelkuran, siyasi otoritenin topluma hiçbir şey olmamış gibi davranmayı nasıl kabul ettirmeye çalıştığını yazdı. Aşağıda, makalenin Türkçesini bulabilirsiniz:

“Yayın yasağını eleştirtenler umarım böyle bir patlamada can verirler de yayın yasağının ne anlama geldiğini sevenleri daha iyi anlarlar.” Televizyon haber sunucusu karşısındaki kişi canlı yayında bu sözleri sarfettiğinde dehşet içindeydi. Hükümeti eleştirenlere böyle beddua eden adam konuşmaya devam ediyordu. Elini sallayarak, “O parçalanmış cesedini ekranda ailesi, bilgi verilmeden duyar ve acıyı hissederlerse mi acaba söylediklerimizin ne anlama geldiğini daha iyi anlarlar?”

Bunlar televizyonda, Istanbul Atatürk Havalimanı’na düzenlenen korkunç saldırıdan yaklaşık 20 dakika ve hükümetin koyduğu yayın yasağından — böylesi olayların ardından çok fazla bilgi dolaşmaya başladığında getirilen rutin bir kısıtlama — bir kaç dakika sonra yayınlandı.

Ekrandaki adam Parlamento’nun bir üyesiydi. İktidar partisine mensuptu ve başkanına bağlılığıyla tanınan biriydi. Diğer kanallara baktım — onlar da iktidar partisinin kalemşorları tarafından istila edilmişti ve izleyiciye otoriteyi sorgulamamaları gerektiğini söylüyorlardı. O gece saldırılarla ilgili bulabildiğim tek bilgi, çok fazla seyahat ettiğim için artık ikinci evim haline gelmiş olan Atatürk Havalimanı’nın dışarıdan çekilmiş bir görüntüsü ve sürekli artan ölü sayısıydı: 26, 27, 28 ve gece boyunca devam etti. Hafta sonu gelmeden 44’e ulaşmıştı bu sayı. Hükümet yayın yasağı uygulamakla sadece tartışmaları engellemedi; aynı zamanda ulusun duygularını da bastırmış oldu. Sakin olun, dendi bize. Panik olmayın, hiçbir şeyi de sorgulamayın.

Duyguların bastırılması bizim için yeni bir şey değil. Geçtiğimiz bir yılda ülkede 14 saldırı meydana geldi. Her seferinde de aynı şey yaşandı: saldırı, yayın yasağı, daha biz hiçbir şey bilip anlamadan ekranlardan yüzümüze bağıran hükümet temsilcileri. Ardından, Facebook “güvende misiniz” mesajları yayınlamaya başladıktan hemen sonra sosyal medyanın bloklanması. (Evet, sevgili Facebook, hayattayım ama hükümetimiz internetin fişini çektiği için yanıt veremiyorum.) Bu arada artık anneannelerimiz bile internet ayarlarını değiştirip başka bir ülke üzerinden bağlanmayı öğrendi.

Ertesi gün, hükümetin desteklediği anaakım medya saldırıları lanetlerken biz 24 saat boyunca gerçek bir haber alamadık. Sonra, genellikle, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan sahne alır ve Türkiye’nin ne kadar şahane olduğunu anlatır bize. Çoklukla yeni yapılan köprülerden ve yollardan bahseder. Ve güçlü bir “Birlikten kuvvet doğar” nakaratıyla da bitirir. Birlik dışında herhangi bir duygu vatan hainliğidir.

Saldırıdan sonraki günün sabahı şehir merkezi tuhaf bir şeklide sessiz. Sadece en azimli turistler dolanıyor ortalıkta, Instagram için en uygun pozu kovalamaktalar. Bense vergi ödeme telaşındayım. Bir vergi memuruyla garip mi garip bir sohbetin içinde buluyorum kendimi. İkimizi de birileri seslendirmiş gibi sanki: Yüzlerimizde bir gece öncesinin dehşeti görülüyor; seslerimiz ise tarihlerden, borçlardan bahsediyor.

Dışarıda dolaşırken yabancıların konuşmalarına kulak veriyorum — sessizliği onlar kırıyor sadece — duyduklarım kırık bir plaktan yayılan sesler gibi, neredeyse mantıklı hiçbir cümle yok.

“Dayanamıyorum artık.” “Daha konuşmadı,” diyor cumhurbaşkanımızı kastederek. “Bir şey olmaz.” “Tamamen delirdim herhalde.” “Facebook açılmadı mı hâlâ?” “Dün gece reytinglerde Survivor birinci gelmiş, gördün mü?”

Bu arada havalimanı yıkanmış, insan kanından ve parçalarından arındırılmış. Çarşamba sabahı erken saatlerde devlet medyası havalimanının hizmete açıldığını duyuruyordu. Bazıları, hükümet yanlıları muhtemelen, sosyal medyada şunula övünüyordu: “Belçika’da günler sürmüştü ama biz bir kaç saatte üstesinden geldik.”

Bu sevinçli yorum iktidardakiler tarafından nasıl vurdumduymazlığa itildiğimizin örneklerinden biri sadece. Bu vurdumduymazlık son bir kaç yıldır işleniyor içimize. Bazı tedirgin edici anlar var öne çıkan.

2013’te, İstanbul’daki Gezi Parkı’nın yıkılması girişimlerine karşı başlayan hükümet karşıtı gösteriler sırasında, Berkin Elvan adında 14 yaşında bir çocuk bakkaldan ekmek almaya giderken polis tarafından atılan bir gaz kapsülü başına isabet etti. Yaklaşık bir yıl komada kaldıktan sonra öldü. Bu masum kurbana duyulan üzüntü daha fazla gösteriye yol açtı, ta ki zamanın başbakanı Erdoğan, ölümünden sadece bir kaç gün sonra küçük çocuğu terörist ilan edene dek. Bir mitingde kalabalığı, ölen çocuğun ailesini yuhalamaya teşvik etti. Kalabalık da sınırsız bir coşkuyla yuhaladı.

İşte kaybetmek budur. Hiçbir şey olmamış gibi yapıp hayata devam etmeyi de böyle öğrenirsiniz. Aksi bir inanış vahşi bir güruha karşı gelmeyi gerektirir — arkasında hükümetin gücü olan bir güruha.

Saldırıdan otuz saat sonra Atatürk Havalimanı’ndan Berlin’e uçacaktım. Elbette uçuşum iptal edilmemişti. Havalimanına giderken orada çalışanlara başsağlığı dilemeye karar verdim. Ama havalimanına girdiğimde ortamdaki ruh hali o denli normaldi ki, hiç zahmet etmedim.

Onun yerine etrafıma bakındım, karşılaştığımızda bana hep gülümseyen genç güvenlik görevlisi hayatta mı diye. Hayatta, iyi. Peki ya duty free kasasındaki genç kadın? O da hayatta. Son olarak, dünyadaki en pahalı kahveyi satıyorsun diye takıldığım adam, o da yerinde. Tabii göremediğim yaraları var mı, kimbilir. Herkes suskun. Paylaşılmayan acı boğar insanı.

Uçağa biniş vaktini beklerken Twitter’a baktım. İnsanlar, Bosna, Kosova, Çeçenistan ve Irak’tan geçtiği haberlerle tanınan mühim bir gazeteci olan Şerif Turgut’un ürkütücü sözlerini paylaşıyordu: “Savaşların başlangıcında bir eşik var,” diye yazmıştı mart ayında. “O eşik toplu ölümleri kanıksatma ve sistematikleştirme.” Ve eklemişti: “Siz siz olun, toplu ölümleri kanıksatmalarına izin vermeyin.”

Yazdıkları şunu sordurdu bana: Ölü bir çocuğun yuhalandığı, ya da ölümün gözardı edildiği  ve akıl almaz olayların ardından normal hayatın devam ettiği bir toplumda ne olabilir ki?

Bu düşünceyi daha fazla kurcalamak gelmedi içimden. Camdan dışarı baktım, sağnak yağmuru gördüm, bu mevsim için pek alışılmadık bir şey. Sonra o üzücü anons geldi: “Bombalı saldırılarda ölenler için bugün düzenlenecek anma…”

Havalimanı sadece birkaç saniyeliğine sessizleşti. Herkes yere ya da öteye baktı, bir başka yolcuyla göz göze gelmek istemiyordu kimse. Sonra bir kadın, ağır sessizliğe savaş açarmışçasına yüksek bir sesle, konuşmaya başladı. “Yağmur,” dedi. “Bardaktan boşanırcasına yağıyor, değil mi?” Kimse karşılık vermedi. Kimse ölümü konuşmak istemiyordu ama havadan sudan konuşmak da ağır geliyordu. Hepimiz dönüp yağmuru seyrettik.

edebiyathaber.net (11 Temmuz 2016)

Yorum yapın