Tekin Budakoğlu‘nun ‘Ölümsüz Hüzünler Kitabı‘ zaten içinde olduğunuz bir şehrin kapılarını ardına kadar açıyor önünüze, tekrar girmeniz için. Adımınızı attığınızda metamorfoza uğramış bir İstanbul karşınıza çıkıyor. Bütün roman boyunca da refakat ediyor. Romanın sonunda siz de metamorfoza uğramış hissediyorsunuz kendinizi. Peki gerçek mi? Gerçeği ölü işi, bitmiş bir vaka değil de canlı bir şey olarak tasavvur ediyorsanız, evet gerçek. Gerçeğin sizi değiştirebilecek, dönüştürecek güçleri barındıran bir akış olduğunu ve kendinizin de bu güçlerle birlikte bu akış içinde yüzdüğünüzü kabul ediyorsanız, evet gerçek. Roman gerçeğin kendisinden ziyade, gerçeğin fotoğraflarıyla ilgilenmeye alışmış zihinleri ‘ucu açık’ bir gerçekliği deneyimlemeye davet ediyor; travmatik bir metamorfozu yaşatarak.
Yazar üç cepheden taarruza geçiyor bu paradigmayı kırmak için.
Başlangıcı Kafka’nın metamorfozunu andıran bir girişle yapıyor; ancak burada metamorfoza uğrayan, bir şahıs değil, koskoca bir şehir, İstanbul. Kafka’nınkinde metamorfozu deneyimleyen roman kahramanı Gregor Samsa iken Budakoğlu’nunkinde ise okurun kendisidir. Tıpkı David Bowie’nin 80’lerdeki ünlü şarkısında “this is not my America!”, “bu benim Amerika’m değil!” dediğinde sesinde taşıdığı şaşkınlıkla sarmaş dolaş o sızılı hüzünde, okur da daha ilk sayfalarda ”bu benim İstanbul’um değil’ demekte, gözlerinin içine doğru büyüyen şaşkınlığın iz düşümündeki iç sesinde sanki bir ayıbı örter gibi bu hüznü saklamaya çalışmaktadır: Çünkü gördüğü İstanbul şimdiye kadar kıyıda köşede kalmayı hak etmiş, gözün görüp de görmezden geldiği, bazen de yer altına geçmiş bölük pörçük parçalarında hep ona gerçek dışı görünmüştür. Şimdi ise o bölük pörçük parçalar kenardan merkeze doğru ilerleyerek bütünleşmiş, sonunda da merkezi ele geçirmiş olarak kolektif suç örgütüne dönüşmüş devasa bir organizmadır. Orwell’in 1984’ü Orwell’in 2014’ü olarak gelip İstanbul’a oturmuştur.
Romanda okur baştaki sayfaları çevirdikçe romandaki kahramanı bulup, çekip tanımaya çalışır. Ama biraz daha ilerledikten sonra, roman kahramanının kendisiyle sürekli köşe kapmaca oynadığını fark eder ve en sonunda da roman kahramanının bir kişi değil kocaman bir şehir, İstanbul olduğunu fark eder. İstanbul göbeği yerinden çıkmış bir cezalandırma çarkında öğüten canavarlaşmış bir organizmadır. Bu organizma tek tek insanların kendilerinde bedenlenmekte ve onları da kendisine benzeterek hücre hücre büyümekte, kendisi gibi bu şehrin insanlarını da metamorfoza uğratmaktadır.
Metamorfoz başlangıç olduğu kadar sonuçtur romanda. Çünkü iç içe süreçler olarak farklı düzlemlerde iç içe geçmiş farklı metamorfozlar olarak yaşanır. Bireyin daha çocukluğundan, o değilse bile ilk gençlik çağından naif bir kimlikle başlayıp direnişe geçtiği, toplumsal metastazın bir parçası olmamak için girdiği boğuşmanın içinde bir süre sonra bu direncin kırıldığı nokta aşıldıktan sonra uğradığı metamorfoz. Romanda roman kahramanı yok, bu süreci yaşayan, bireysellik düzleminde ismi cismi olmasına rağmen, yer yer soyutluğa yaklaşan bir özne var. Romanda birçok yerde izini kaybetmenizin sebebi de bu zaten. İzini kaybettiğiniz her yerde roman kahramanı İstanbul’un kendisine doğru genleşir. Roman, metamorfozu zemin olarak kullanır; bu zeminde Orwell’in 1984’ü gelip İstanbul zeminine otururken, romanda birey, kıvamına Orwell’ın 2014’üyle varmış bu toplumsal düzlemin hazır varlığı içine ‘fırlatılır’. Metamorfozun acı meyvelerini tatmak ve’ tattırmaya’ yazgılanmış bir yaşamı sürdürmek üzere. Sartre, 2014 İstanbul’undadır artık.
Birey romanda bundan sonra Camus’nün “Yabancısı”nı deneyimleyen bir iç yaşam sürdürürken, dış yaşamında verdiği tepkilerde ise metamorfozun bir ajanı ve onun metastaz özneciklerinden biridir; etkiyen fakat kendisine geri-bildirimde bulunamayan bir özne. Bu geri-bildirimin yokluğunda birey kendini ikiye böler; iç yaşamında yargıç ve savunma platformu olmayan ama sadece kendisinin savcı olduğu mahkemeler kurar. Suçladığı şey ya da kişiler sanki bir sis perdesinin arkasındaymış gibi belirsizdir. Asla tek tek kişileri bulamaz bu suçlama platformunda. Şeyler ve güruhlar, kalabalıklar vardır sadece. Bu yüzden suçlar, ama cezalandıracak kimseyi bulamaz. İşaret parmağını her salladığında birilerini ya da bir şeyleri suçladığında; açık seçik göremediği bu yüzlere, cezalarını okuduğu anda aslında kendisini beraat ettirmektedir. İç yaşamında gizli sanıktır kendisi.
Birey bilinçdışı sürecin devamı olarak bu beraatı, cezalandırmak için kendisine verilmiş bir ruhsat görür ve iç yaşamında cezalandıramadığı sanıkları dış yaşamında bulmak ve cezalandırmak üzere harekete geçer; Orwell 2014’ün askerlerine katılır. İç yaşamında savcı kılığında sürekli suçlayarak kendini beraat ettirmeye çalışan bu gizli sanık, dış yaşamında bir infaz makinesidir. Tam bir yarılma!
Burada romandan bir diyalogu aktarmak, bu yarılmanın öncesine ve sonrasına kuşak atıyor olması bakımından yararlıdır. Metamorfozun romandaki yerleşiminin tamamlandığı ve roman kurgusunda set-up evresinin sonuna gelindiği bölümde, Celal Salik roman kahramanına şöyle der:
“Onu böyle bulamazsın” dedi Celal Salik, “yanlış şeyi arıyorsun çünkü. Aradığının peşinden gidersen, belirtilerin, izlerin şehrin içinde kaybolduğunu göreceksin. Korktuğun şeyin, suçun peşinden git ve onu ara. O seni aradığına götürür.
Kitabın bu bölümünden sonra Orwell’in ‘Big Brother’ mahkemeleri romanın projektörlerine yakalanır. Bu mahkemelerde yargıçlar sivildir; eczacı, konfeksiyoncu vb. Linç kıvamında gerçekleştirdikleri duruşmalarda, replikleri absürtlüğe varan yargılamalarında mahkum edilen ve cezalandırılan masumiyettir.
“Bir toplum için en tehlikeli insanlar suçu ya da ne suç işleyeceği bilinmeyenlerdir” diyor yargıç-konfeksiyoncu.” (s. 92)
…
“görüyorum ki kararımız yerinde olmuş Bay K. Siz bu masumiyetle, bu toplumda uzun süre yaşayamazsınız.”
“İşte! İşte!” diye haykırıyor Bay K. … “sözünüzü tersten okursanız, suçlunun bizzat toplumun kendisi olduğunu göreceksiniz!”
“Yüzyıllardır var olan kurumları, eskimeyen teşkilatları oluşturan milyonlarca insanın kimlikleri, örf ve adetleri, inançları ve doğru bildikleriyle yarattığı bu yüce varlığı, toplumu tek başınıza suçlu göstereceğinizi mi sandınız?” diye alay alaylı soruyor yargıç-konfeksiyoncu.’
… “toplum mahkemesi cezanızı tekrarlıyor: İdam!”
… ’ Mahkeme bitince yargıç-konfeksiyoncu atölyesindeki tezgâhına yollanıyor çarçabuk, emekli öğretmen-savcı gazetesini rahat okuyabileceği yeşil bahçesine, cemaat birazdan gür sesle ezan okunacak camiye, kadınlar dedikodunun hırla döndüğü gecekondu mahallelerine ve aylaklar rahat rahat pişpirik atabilecekleri kahveye gidiyor; yani herkes, toplumun kurallarını sıkı sıkıya gözeteceği ve ola ki az önceki suçluların benzerlerini hiç duraksamadan yakalayacakları yerlere, işlerinin başına dönüyorlar; suçlularsa, … Gettoya götürülüyorlar.’
Bu toplumda sivillerin insafına bırakılmış sanıklara yapılan suçlamalar sübjektiftir. Toplumun kendisinden sansürlü gelen histerik öznellikler taşır.
Suçlamalardaki keyfilik ön plandadır. Ancak bu keyfilik toplumdaki histerik istek ve arzularla çatışmaktan kaçınan, tersine onları dolaylı yoldan tatmin etmeye yönelen mekanizmalardır. Absürt gözükmelerine rağmen işlevsel olmalarının sebebi budur. Aysbergin üstte görünen tarafını temsil ederler. Çünkü metamorfoza uğramış bireylerin iç yaşamlarındaki nevrotik hesaplaşmadan, dışarıya doğru fışkıran cezalandırma arzuları altta Aysbergin görünmeyen kısmını oluşturur. Burada ironik olan, üstte görünen keyfilik kılığındaki absürt formun, altta kaynaşan histerik arzuları görünürlükten uzaklaştıran sansür işlevidir. Sansür bu histerik toplumun var olma güvencesidir. Big Brother böyle istemektedir. Big Brother, metamorfoz yaşamın tanrısıdır; sansür de metamorfoz yaşamın ibadeti. Bu ibadet gündelik yaşamda sürekli unutmak formunu almış sansürdür; öncesiz bir yaşamın egzersizidir. Öncesiz yaşam, metamorfozun kendisidir.
Roman Freud‘un uygarlığın hoşnutsuzluklarına karşı bir methiyesi tadına ulaşmış olarak biter.
Bu sona metamorfozun bireysel ve toplumsal düzlemde serimlemesini yaparken, bu iki düzleme bölünmek zorunda kalan bireyin yaşamındaki derin yarılmayı okura göstererek, daha ötesinde bu yarılmayı okura deneyimleterek ulaşır. Yazar, bu deneyimlemeyi okurun kendisine aktarmak için Camus’nün Yabancı’sındaki kahramana benzer bir profili romana koyar. Bu profil, romanda bir çok yerde cismani bir varlık olarak izlenirken, yer yer görünmez olan soyut bir özneye dönüşür; yazar aslında bu yolla okuru da gizlice bu profille özdeşleşmeye, romanın içine girmeye zorlamaktadır; bu yarılmayı deneyimlemesi için. Yazar, bu profil yoluyla anlatının sahibini ikilememiş, tersine ikiye bölmüştür: Romandaki Kahraman ve Okur.
Yazar, metamorfozun insana özgü bir betimlemesini romanın başında bir heykeltıraş titizliği ve ustalığında yaparak romana girer ve bu betimleme roman boyunca etkisini arka planda hissettirir; romanın sonunda da varış bu başlangıca döner; okur roman boyunca yazarın farkındalığına dair zorladığı metamorfozu bütün ağırlığıyla deneyimlemiş olarak tekrar bu ihtiyarla karşılaşır; ancak bir sürprizle beraber. İhtiyara baktığı zaman artık romanın başlangıcında gördüğü fakat anlam veremediği, ad bulamadığı haller şimdi kafasında oturmuştur. İhtiyarda gördüğü metamorfozun dehşeti ve terörüdür.
Romanın başlangıcından alıntı:
“… onu dikkatle incelediğimden habersiz, titreyen dudaklarına yapışmış sigarasından kısa nefesler alıyor. Bol tütünlü sarma sigarasından yükselerek, kıprdamayan burun deliklerinden ve iki dudağı arasındaki kısık aralıktan süzülerek iplik iplik uzayan duman, şehri izlediği cama vura vura, buğulu camda gri bir yüzey oluşturuyor.
“… Çizgi Çizgi buruşmuş derisi daha belirgin görünüyor şimdi; solgun, renksiz, benekli. Elini bile oynatmaktan aciz görünüyor ihtiyar; neredeyse son on nefestir dudaklarından çekip almıyor sigarasını, kıpırtısız; alevi eriyince çatlayıp göğsüne düşen küllere bile aldırış etmiyor. … yüzünün sağında, burnunun tepesinden başlayarak eğri büğrü uzayan ve içe çökük yanağının ortasında bir nokta halinde son bulan o çirkin ve korkunç yarayı …”
“Bir yandan, kalenin esrarını, ihtiyarın neden onu izlediğini sorguluyorum. … Benim yerimde kim olsa, ihtiyarın kaleyle ilgili tatlı bir anısı olduğuna ve onun bu anıyı hatırlamaya çalışarak, kısacık sürmüş de olsa, maziye tutunabilmek istediğine inanırdı. Oysa ben, uykusuzluk ve sigara dumanı yüzünden kan tutmuş kızıl gözlerinde, bir hatırlamanın değil, bir unutuşun, yok oluşun izlerini gördüm.”
Kafka‘nın metamorfozunda, metamorfoza uğrayan bir şahısken Budakoğlu’nunkinde koskoca bir şehir İstanbul’dur demiş ve onu deneyimleyenin okur olduğunu söylemiştim. Kafka’nınkinde metamorfoz tek bir bireyle sınırlıdır. Yakınlarının ve çevresinin ona karşı yabancılaşmayı artırarak yarattığı terörün toplumsal bir eleştirisi vardır Kafka’da. Metamorfoz her ikisinde de öz olarak aynı kalır. Ölümsüz Hüzünler Kitabı’ndaki fark, yazarın bu metamorfozu İstanbul’un toplumsal düzleminde tek tek boyunduruk altına aldığı bireylerde bedenlendiği somut görünümleri üzerinden okura aktarıyor olmasıdır. Budakoğlu ile Kafka’nın metamorfozlarında ortak olan, yaşanan bu terörün deneyimidir.
Bu terörün kavramsal çözümlemesi Ölümsüz Hüzünler Kitabı ile Kafka’nın Metamorfoz romanının sadece başlangıcını alan, asimetrik bir paralel okuma yoluyla aşağıdaki gibi yapılabilir:
Bir sabah Gregor Samsa yatağında sıkıntılı bir rüyadan uyandığında kendini dev bir böceğe dönüşmüş bulur. Ancak bu dönüşümün bilince yansıması bir lahzada değil, ağır ağır ilerleyen, damla damla bilince emdirilen, öyle ki her anını olumsuzlamak için bilincin içinde boğuştuğu, debelendiği bir sürecin içinde gerçekleşir. En acı vereni de budur. Metamorfoz! Ölümün yaşarken deneyimlenmesi. Sürecin sonu, teslimiyettir. Teslimiyet anında metamorfoz kendini acının formuna dönüştürür, artık metamorfoz değil acı olarak hatırlanır. Bu, “ölerek yaşama tutunma” çabasıdır. Bellekte kendini acıya dönüştürmüş olarak, metamorfozun bu deneyimi kalır. Metamorfoz yeni yaşamın kendisidir. Ama ölümden sonra kendini tanıyamayan bir yaşam. Metamorfoz, tohumun ağaca dönüşmesinin önünün kesilmesidir; ipek böceğinin kendi ördüğü kozadan kelebek şeklinde çıkıp kendi doğal ölümüne koşması değil, öncesiz bir başkaya dönüşmüş olarak öncesiz bir hayata başlamasıdır. Şimdinin mahpushanesinde misafirlik. Yaşam ereklerinin budanmasıdır metamorfoz, geriye kalan kendisi olarak. Tarihselliğinden koparılmış bir özgürlük, özgürlük olarak yaşanamaz.
Ölümsüz Hüzünler Kitabı bu kavramsal çözümlemeden akıp, yaşama süzülen terörün bireysel deneyimleriyle doludur. Romanda yer yer yaratılan fantastik dünyalar karşımıza ekstrem bir gerçekliğin betimlemesini koyuyor görünse de.
Okur, kitabı okumaya devam ettiği sürece ve yer yer bu ekstremlerle karşılaştığında, tıpkı David Bowie’nin yaptığı gibi; “Bu benim İstanbul’um değil!” diye tepki koyacaktır. Okur yaşamın ekstremler arasında bir gidiş geliş olduğunu, bu uçlar arasında gidip gelen sarkacın da insanın kendisi olduğunu kabul ederse, bütünü yakalamak uğruna bütünü dondurmaktan vazgeçerse, o zaman ekstremlere bakışındaki bu katılık gevşeyecek, yaşama ve gerçekliğe bakış açısı da değişecektir.
Mustafa Güresti – edebiyathaber.net (22 Ekim 2015)
———————————————————————————————
Aşağıdaki alıntı yazıya dahil değildir. Sadece bağlama yakın olduğu için paylaşmak maksatlı ekledim.
Sniffing a fetid odor, George Bell’s neighbor called 911. Once firefighters had jimmied the door, the police squeezed into a beaten apartment groaning with possessions.
CreditJosh Haner/The New York Times
The Lonely Death of George Bell
Each year around 50,000 people die in New York, some alone and unseen. Yet death even in such forlorn form can cause a surprising amount of activity. Sometimes, along the way, a life’s secrets are revealed.
By N. R. Kleinfield