Sunuş: BİR MUAMMA
“Sanat hayat karşıtlığı ne şekilde belirirse belirsin çözümsüzdür.”
Octavio Paz
En nihayetinde sanat hayatla, hayat da sanatla anlamlandırılır. Bu ikisi hem birbirlerinin varlığını belirler, hem birbirlerini tehdit eder. Sanat ve hayat kimi zaman özdeş, kimi zaman karşıt sayılırlar. Baştan beri sanatçılar ve filozoflar bu diyalektiği aşabileceklerini, bu ikiliğe son verebileceklerini hayal etmişlerdir. Ama nafile…
Hayatın karşıtı olarak sanat
Bataille, insanların hayata ve hayatın bağlı olduğu işlere karşı çıkarak, yani hayatı ihlal ederek sanat yaptıklarını düşünüyor. Zaten ona göre, sanatın kaynağındaki mitolojiyle tragedyanın köklerinde, ölüme tapınılan kurban ayinleri ve cinsel arzuya tapınılan orjiler var. Bu şölenlerde sanat, hayat karşısında ve hayatı belirleyen uğraşlar karşısında, ölüm ve erotizmle birleşerek ortaya çıkıyor. Ayrıca, tanrısal ritüellerle kaynaşarak bir ilâhiyat inşa ediyor. Bataille’a göre, sanatla din arasındaki bağın tarihi böyle başlıyor…
Hayatın taklidi olarak sanat
Tarihin ilk estetik kuramı sayılan Platon’un mimesis kuramı, sanatın hayatı taklit ettiğini varsayıyor. Platon Devlet kitabında Sokrat’a atıfla üç tür “yatağı” kıyaslıyor. İlki, yatağın mutlak, evrensel gerçekliğini tanımlayan Tanrı’ya ait yatak idesi/formu. İkincisi, bu ideal formu taklit eden marangozun (architect) yaptığı yatak. Üçüncüsü de, bunu taklit eden ressamın çizdiği yatak. Böylece, sanatçıya kadar indiğinde ideal/tanrısal gerçeklik iki kere taklit edilmiş oluyor ve hakiki/felsefi bilgisini (episteme) kaybediyor; duyusallaşarak, yanılsamaya, yanıltmaya açık bir tekhne halini alıyor. Bu nedenle de şairler/sanatçılar, Platon’un ütopik, ideal kenti olan, filozof-kralların yönettiği Kallipolis’ten kovulmaya müstahaktır…
Sanat-hayat birliği ve özgürlük
Sanat, ancak Hegel’le birlikte felsefi bir anlam kazanacaktır. Ona göre modern sanat, hayatın taklidi olmaktan kurtularak ve epistemik bir mahiyet edinerek kendi bilgisine dönüşecek ve felsefeyle kaynayarak son bulacaktır. Hegel antik Yunan’da sanatla hayat arasında, Platon gibi bir taklit ilişkisi değil, bir birlik görüyor. Yunan heykel ve drama sanatının, tinsel olanla duyusal olan arasında oluşturduğu mükemmel ahenkten bahsediyor ve bunu özgürlükle bağlantılandırıyor. Rancière de Yunan heykelinin “sanat ile hayatın, sanat ile siyasetin, hayat ile siyasetin birbirlerinden ayrılmadığı” özgür bir yaşamı ifade ettiğine değiniyor. Bu özgürlük, “sanatı dinle, siyasetle, etikle aynı şey olarak yaşayan bir halkın özgürlüğüdür”…
Sanatçının hayatı olarak sanat
Gılgamış Destanı’ndan beri sürüp gelen efsaneler, insanın bir heykel gibi çamurdan yaratılmış olduğundan bahseder. Yani Tanrı insana bir sanat eseri şeklinde hayat verir. İncil şöyle yazıyor: “Ve Rab Allah, yerin toprağından insanı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve insan yaşayan can oldu”. Dolayısıyla, bir sanatçı eserini yaratırken, doğayı/hayatı taklit ederken, Yaradan’ı da taklit ediyor. Bu demektir ki sanatçı bir peygamberdir, bir azizdir. Asıl sanatı hayatıdır…
İlahiyat olarak sanat
“Baudelaire, hayatın da sanatın da gerçek temelinin İlk Günah olduğuna inanıyordu.”
P. E. Charvet
Ortaçağda “sanatsal duygu, ânında, dinsel hayat içinde erir… ilahi varlıklar haricinde herhangi bir güzelliğe hayran olunabileceği tahayyül dahi edilemez.” Aydınlanmayla birlikte etkili olan sekülerleşme sürecinde, sanat ve din ilişkisi tersine döner. Sanat dinin içinde değil, din sanatın içinde erir. Dinin gündelik hayat üzerindeki etkisi çözülürken, onun yerini sanat doldurur. Sanat seküler bir ilahiyat gibi yorumlanmaya başlar. Terry Eagleton’un Kültür ve Tanrı’nın Ölümü kitabında incelediği gibi, modern zamanlarda sanatla hayatın bileşimi olarak anlamlandırılan “kültür”, “Tanrı’nın seküler adı olur.” Özellikle Schiller ve Schlegel gibi romantik filozofların gözünde, evrenin ve toplumsal hayatın hakikati ve ahengi artık sanatın meselesidir. Bundan böyle hayatın ruhsal yönünü oluşturan din değil sanattır: “… sanat ruhsallığı hep yeni baştan, hep yeni biçimlerde, günümüzdeki ve geçmişteki hayatta olup bitenlerle birleştirir” (Schlegel).
“Tanrı öldü… Onu öldürdük” diye haykıran Nietzsche’ye gelindiğinde, din ile sanat ve hayat arasındaki çatışma şiddetlenir. Ona göre, “Dünyanın sanatla yorumlanıp haklı çıkarılmasının en büyük anti-tezi Hıristiyan öğretisidir… sanatı yalanlar âlemine havale ederek yadsıyan, lanetleyen Hıristiyan öğretisi. Gerçek sanatın her türlüsüne düşman olan bu düşünme ve yargılama tarzının arkasında, hep… hayatın kendisine karşı azgın, kindar bir düşmanlık” görmüşümdür. “Çünkü hayat görünüşe, sanata, aldanmaya, yanılsamaya… ve yanılgıya dayanır.” Sonunda Nietzsche için bir tek hayat vardır, o da sanattır…
Sanat ütopyası
19. yüzyıl sosyalist ütopyalar çağı: Saint-Simon, Fourier, William Morris, Robert Owen, Louis Blanc, Babeuf, … ve Marx-Engels. Ütopyalar baştan beri mülkiyetin, işbölümünün ve yabancılaşmanın bulunmadığı, özgür toplumlar umut ederler ve bu umutlarının sanatın doğasında olduğuna inanırlar. Dolayısıyla ütopyalar, sanatın hayatı ele geçirdiği toplumlardır. Yaratıcılığın sınırsız olduğu bir hayatın oyuna dönüştüğü toposlardır…
Sanat-hayat birliği ve avangard
“Sanat hayatın kendisidir.”
Erich Mendelsohn
“Sanatçı olmak hayatın kendisidir – hayatı yaşamaktır.”
Jackson Pollock
Avangard, sanat-hayat ikiliğinin parçalanması üzerine kurulur. Bundan böyle sanat, hayatın taklidi, tasviri, gizi, hakikati, ruhu, amacı, anlamı, öncüsü filan değildir. Sanat hayatın, “hayat sanatın ta kendisidir” (Maleviç). “Sanat ve hayat birdir” (Tzara); “güzellik hayattır” (Constant); “sürrealizm hayatın kendisidir”.
Kuşkusuz, sanata dönüşmüş bir hayat, geçerli olan gerçek hayata karşıttır. Şiirsel, düşsel, hayali, devrimci (Debord) bir hayattır. Derrida, “Artaud’nun Vahşet Tiyatrosu bir temsil değildir” diyor, “hayatın kendisidir”. Ama, “hayatın temsil edilemez olması anlamında”. Yani sanat, temsil edilmesi mümkün olmayan bir hayattır; başka bir ifadeyle, hayata karşıt bir hayattır. Jacques Rancière’in estetik kavramı da benzer bir diyalektiğe dayanır. Ancak o, bu diyalektiğini hayatın hayatı inkârı üzerine değil sanatın sanatı inkârı üzerine kurar: “Sanatın estetik rejiminde, sanat ancak sanattan başka bir şey olduğu ölçüde sanattır”. Bu başka bir şey, “özerk bir hayat formu” veya “hayat tarzı”dır: “Sanat, … sanattan başka bir şey olduğu, yani bir inanç veya bir hayat tarzı olduğu müddetçe yaşar”.
Eğer sanat hayatsa, ama hayata karşıt bir hayatsa, o zaman bu sanatın en saf ifadesi ölüm olabilir; intihar olabilir. Nitekim Albert Camus’ya göre intihar, “tıpkı büyük bir sanat eseri gibi, ancak yüreğin sessizliğinde hazırlanır”. Baudelaire için de intihar yüce bir sanat eseriydi. O nedenledir ki şiir gibi tasarlanmalıydı. Zamanı, tarihi, dünyanın gidişini durdurmalı; doğanın, tanrının, toplumun oyununu bozmalıydı; modern ve destansı olmalıydı. “Kardeşi” bir fahişeden bile bile kaptığı frengi nedeniyle, kırk altı yaşında annesinin kollarında ölmesi başka türlü yorumlanabilir mi? Baudelaire’i kimler izlemedi ki? Örneğin patafiziğin ve Kral Übü‘nün mucidi Alfred Jarry. Onun yolundan giden ve Dada ile sürrealizmin asıl önderleri sayılan, Arthur Cravan, Jacques Rigaut, Julien Torma, Jacques Vaché. Hayatlarına son vererek sanat yapan efsane avangardlar…
Hayat sanatı
“Sanat en basit ifadesi olan aşka çevrilmelidir…
Aşk, her insanı hayatla kaynaştıran yegâne düşüncedir.”
André Breton
Avangardın sanatla hayatı birleştirme düşünü bir bakıma çağdaş sanat gerçekleştirmiş görünmektedir. Ama hayatı sanata dönüştürerek değil, aksine, sanatı hayata dönüştürerek. Raymond Williams’ın sözleriyle, “Sanat ile hayatı başarıyla kaynaştıran, fütürizm veya sürrealizm değil kapitalizm olmuştur. Bu yeni aşamada meta, … artık estetik bir nesneyi gösterir”. Hal Foster da “sanat ile hayatın gerçektenden de birleştiğine” inanır; “ama avangardın değil, kültür endüstrisinin koşulları altında”. “Kültür endüstrisi, avangardın her zaman istediği şeyi gerçekleştirmiştir: sanat ile hayat arasındaki farkın aşılarak [sanatın] ortadan kaldırılmasını. Bu da, bir tür ‘sanatın sonu’na işaret ediyor olmalıdır”.
Avangardın anti-art söylemi, bir yandan modernliğin inşa ettiği müze, estetik, sanat tarihi gibi yapıları yıkmaya çağırırken; diğer yandan, bütün hayatın şiirselleşerek, herkesin şair olacağı (Debord, Beuys) ütopyaları canlandırıyordu. Bu ütopyalar, sanatın hayatı fethederek son bulacağını öngörüyordu; oysa tersi oldu, ve hayat sanatı fethederek ona son verdi.
Ne var ki, avangard, aşkın ve direnişin de, sanat ile hayatın birbirlerini içererek, birbirleri içinde eridikleri olaylar olduğuna inanıyordu (Breton, Debord, Badiou). O zaman, aşktan ve direnişten vaz geçilmediğine göre?
Bu kitapta derlenen aforizmalar, sanat-hayat muammasına kapılan kimi filozofların, tarihçilerin, sanatçı ve şairlerin yazdıklarından yapılan alıntılardan oluşuyor. Bunlar düzenli taramalardan çıkan aforizmalar değil; rastgele biriken pasajlar. Kronolojik bir düzene girince, estetik tarihine ilişkin bir profil de çiziyorlar. Ancak amaç bu değil. Amaç, okurların aralarında keyiflerince gezinecekleri, meraklarına göre, bir düzene bağlı kalmadan okuyacakları bir koleksiyon sunmak. Böylece onları da bu muammanın içine çekmek.
Agamben, İçeriksiz Adam’ın bir yerinde, “Benjamin’in bütün hayatı boyunca tamamıyla alıntılardan oluşan bir kitap yazma düşüncesinin peşine düştüğünden” bahsediyor. Böylece Benjamin, sadece alıntılara dayanarak, onlara ait metinlerin kültür tarihi içindeki otoritesini parçalayacağını düşünüyor. Pasajları tarihsel otoritelerinden söküp, yeniden derleyerek, başka başka hakikatlerin sırlarına varmayı tasarlıyor. Tıpkı bir koleksiyon kurarken veya kolaj yaparken olduğu gibi. Bu kitap da öyle… Okurlarını kendi koleksiyonlarını kurmaya, hayatlarını ve sanatlarını yeniden düşünmeye çağırıyor.
edebiyathaber.net (4 Eylül 2015)