Gül Ersoy adını dergilerden bilen bilir. Çok konuşulacağa benzeyen ilk öykü kitabı Sel Yayıncılık etiketiyle önümüzdeki hafta raflarda yer alacak. Yazarın, kitaba adını veren ‘Sahilden Bostancı’ adlı öyküsünü Edebiyat Haber okurlarının beğenisine sunuyoruz.
Gül Ersoy 1978 İstanbul doğumlu. Biri konservatuvar olmak üzere üç üniversiteye devam etti. Uzun süre yurtdışında dolaştı. Hâlâ öğrenci. Daha önce şiir ve öyküleri Varlık, Düzyazı Baylar, Yasak Elma, Yitik Ülke ve Alt-zine gibi dergilerde yayımlandı. Ersoy, bir yandan yeni öyküler kalem alırken diğer yandan senaryo çalışmalarına devam ediyor.
Sahilden Bostancı
Odada bir şey eksikti. Etrafa şaşkın şaşkın bakıp duruyordum. Ne eksikti? Halı değil, duvar değil, ışık değil; sehpa, koltuk, yastık değil.
Dışarıdan bakınca odanın içinde iki kişi gibi görünüyorduk. Eksik olan tişörtü, ayakkabıları, gözlükleri, saati değildi. Eksik olan elbisem, çantam, ayakkabılarım, küpelerim değildi. Eksik olan sönmek bilmeyen sigaralarımız da değildi. Dumanlar bal-kon kapısına doğru gizli bir geçit gibi akıyor, güneşin son ışıkları jaluzilerin altından odaya saplanıyordu.
Konuşmak için ağzını açsın diye bekliyordum. Konuşmuyordu. Yıllardır benimle konuşmuyordu. Sanki insan değildim de vahşi bir hayvandım. Pusuya yatmış kırmızı ve kalın dudaklarını izliyordum. Ellerini izliyordum. Bacaklarını izliyordum. Şaşkındım da. Saldırmayacaktım çünkü. Karşısına çıkmayacaktım. Korkutmayacaktım.
Şaşkındı çünkü onun ormanında geziyordum.
“Bira ister misin?” diye sordu ayağa kalkarak. “İsterim,” dedim.
O mutfaktayken hemen çıkıp gitse miydim? O zaman odadaki “eksik” ben olurdum, böylece kıçımın altındaki turuncu koltuktan fırlayan bir çivi gibi kendini sürekli hatırlatan eksiklik hissinden kaçabilirdim. Ne fark ederdi? Dünyanın her yerinde ondan kaçıp, dünyanın herhangi bir yerinde giderken ona geri dönmeyi düşünmemiş miydim?
Sesleri dinledim. Mutfaktan koridora geçti. Yerinden oynayan rabıtaların gıcırtısı eşliğinde banyoya girdi.
Ayağa kalkıp çantamı aldım. Birden banyonun kapısı açıldı. Gıcırtılara aldırmadan dosdoğru salona ilerledi. Çantamı aldığım yere bıraktım. Banyoda hangi rabıtanın hangi adımda gıcırdadığını daha ilk gelişimde öğrenmiştim. Salondan yatak odasına doğru giderken ve yatak odasından salona doğru gelirken parmaklarımın ucuna basarak yürümeye alışmıştım. Ya gıcırdarsa? Ah gıcırdadı işte! Sağa at adımını! Sola at adımını!
Sabahın erken saatlerinde, döşemeler gıcırdayıp onu uyandırır korkusuyla çişimi yapmaya gidemediğim zamanlarda, pencereden bakıyordum. Bütün pencerelerinde, pencerelerin bütün manzaralarında onu arıyordum. Hep onu aradığımı biliyordu. Bildiği her şeyi bilmiyormuş gibi yapmaktı onun oyunu. Ben bu oyunda başrolün dublörüydüm. Tehlikeli sahnelerde trapeze ben çıkardım. Ellerimi ha yakaladı ha yakalayacak derken, boşluktan küt diye yere çakılırdım.
Elinde bira şişesiyle yanıma oturunca kokusunu duydum. Yeni bir sigara yakıp arkama yaslanmaya çalıştım. Yaslanamadım. Huzursuzca kıpırdadım yerimde, bacak bacak üstüne atıp kollarımı bağladım.
Ne kadar zaman geçti, kaç şarkı dinledik, gece oldu mu hiç anlayamadım. Eksik olan şeyi bulmak için odadaki her şeyi tek tek inceledim. Yüzüne bakmadım. Bakarsam bir şey söylemek gerekecekti. “Ne var?” diye soracaktı o zaman. “Hiç,” diyecektim sıkılarak. Banyoya giderse kaçmayı planlayacaktım.
Ben planlar yaparken, birden ayağa kalktı. Beyaz gitarını boynuna astı. Parmakları hareket ettikçe… İnce parmakları tellerde dolaşırken…
Sonra ışıklar başka parlamaya başladı. Zaman genişledi. Duvarlar, pencereler, arka fonda ne varsa flulaştı. Giderek belirginleşen tek şey onun yüzüyken, gözlerimin kamaştığını hissediyordum. Yüzünün her ayrıntısını zihnime kazımak ister gibi dimdik bakışlar yöneltiyordum çehresine, arsız bir çocuğun ısrarcı bakışlarını taşıyordum. Gözbebeklerimin hareketi dışın-da hiçbir şey hissetmiyordum. Elleri ve yüzü arasında ne kadar süre mekik dokuduğumu bilmiyorum.
Parmaklarımın ucunda yürüyerek bir kedi gibi yanına yaklaştım. “Unutamadığın bir zamanı anlatsana?” dedim. Anlatmaz sanıyordum. Hiç anlatmamıştı ki…
Bir an parmakları dondu. Başını öne eğdi. Dudaklarını aralayıp güldü. Gözlerini bana çevirdi. Yeniden çalmaya başladı. Başını geri atıp sırıttı. “85 yazı,” dedi. “Sahilden Bostancı!”
Sonra bana bakarak, parmakları birbirleriyle yarışırcasına yeniden çalmaya başladı gitarını. Vücudu, Afrika’nın en uç limanında, azgın dalgaların hırpaladığı bir falezin üstünde den-gede kalmaya çalışır gibi bir ileri bir geri gidip geliyordu.
Gülümsüyordu. Ben de gülümsüyordum. Söze gerek yoktu şimdi. Eksik olanı bulmuştuk. Zaman tamamen durmuştu müziğin içinde. Bir tek gülümsemesi vardı bana dünyadan ulaşan, bir de müziği…
O, “Sahilden Bostancı”yı çalarken artık kaçılacak bir yer bırakmamıştı bana.
Salondan banyoya doğru ilerlerken rabıtaların sesine aldırmadan yürüdüm gıcırtılarla. Uyanmıştı artık. Yanımdaydı.
Not: Öykünün kullanım izni Sel Yayınları’ndan alınmıştır.
edebiyathaber.net (26 Haziran 2014)