Emrah Serbes’in yeni romanı ‘Deliduman’ 20 Haziran’da İletişim Yayınları etiketiyle raflarda yerini alacak. Roman, sahil kıyısında küçük bir ilçede darlanıp Gezi’de soluklananların; şöhret olup yırtma ümidiyle yola dökülüp lanet okuyanların, ağlamayı unutmak için yumruğunu sıkanların resmi geçidi sanki. İşte çok beklenen romandan henüz hiçbir yerde yayımlanmamış bir bölüm:
Yaya geçidinde durmuş, ellerim cebimde yeşilin yanmasını bekliyordum. Hafiften çiselemeye başlayan yağmur, arabaların farlarında parlıyor, egzoz dumanından kararmış refüj ağaçlarını yıkıyordu. Karşıya geçip KIYPARK girişindeki iki şeritli, dik rampayı indim, sol taraftaki beyaz, plastik doğrama kulübenin kapısını açtım. Süleyman, elindeki telefonda harıl harıl bir şeyler yazıyordu kapıyı açtığımda, yüzünde kurnazca bir tebessüm vardı, başını kaldırdı, o kurnaz tebessüm bir süre daha asılı kaldı dudağının kenarında, “Nasılsın Çağlar Ağbi?” dedi.
“İyiyim. Şu bizim anahtarı versene.”
Telefonu masanın üstüne koyup ellerini üstünde kavuşturdu, yan pencereden dışarı göz attı, sıkıntılı bir hal gelmişti yüzüne, “Ağbi veremem,” dedi.
“Ne demek veremem.”
“Ağbi bana öyle dendi.”
“Kim dedi?”
“Soner Başkan öyle dedi.”
“Başlatma şimdi Soner Başkan’ından, ver şu anahtarları.”
“Ağbi veremem.”
“Kimin arabasını kime vermiyorsunuz lan siz!”
Masaya yürüdüm, anahtarların durduğu çekmecenin gözünü açmak istedim, Süleyman çekmecenin üstüne kapandı. Kolumu boynuna doladım, yarım kafakola alıp yukarı çektim, oturduğu sandalyeyle beraber arkaya savrulduk, kafamı kulübenin sağ köşesine monte edilmiş 37 ekran televizyonun demir ayaklığına vurdum. Süleyman’ı kendime çevirip iki yakasından tuttum, sürükleyip götürdüm, sırtını kapıya çarptım iki sefer. İşaret parmağımı gözlerine kaldırıp “Sakın ha!” dedim. Avucumu başımın arkasına bastırıp baktım, kan yoktu, ovuşturdum biraz. Çekmeceyi açıp anahtarları karıştırdım, kendimi bir anda hırsız gibi hissetmeye başlamıştım, telaşa kapıldım, Honda’nın anahtarını bulamıyordum bir türlü.
“Ağbi lütfen,” dedi Süleyman. “Dayın not bırakmış, vermeyin demiş.”
“Sikerim şimdi dayımı da notunu da! Ona kim aldırdı lan bu arabayı sahibinden.com’da bulup.”
Honda’nın anahtarını buldum, baş ve işaret parmaklarımın arasında sımsıkı tutarak Süleyman’a yaklaştım, kafasına vuracakmış gibi kaldırdım anahtarı, “Şerefsizler,” dedim.
“Ağbi biz zor durumda kalacağız şimdi.”
“Siz mi zor durumda kalacaksınız! Ha! Siz mi! Siz ne zaman zor durumda kaldınız lan! Kim zor durumda kalmış bakalım şimdi burada! Bana bak! Gözlerimin içine bak benim! Bu durduğun yerde büfe vardı eskiden, patlamış mısır alırdık dedemle. Çok güzel bir kız duruyordu tezgâhın arkasında, soğuk havalarda kızaran minicik bir burnu vardı. Daha uzaktan bizi gördüğünde patlamış mısır külâhını hazırlıyordu, nasılsınız Ragıp Amca diyordu, filmi sevdiniz mi diyordu, ikinci yarısı daha güzel diyordu, bana gülümsüyordu.Bana bakıp gülümsüyordu o güzel kız. Her seferinde o minicik burnuna arkadaşça dokunmak istiyordum. Mutluyduk biz burada. Mutluyduk amına koyayım! Sinema keyfimizin üstüne otopark yaptığınız yetmedi, şimdi bir de arabayı mı vermeyeceksiniz!”
Dışarı çıkıp otoparkın içine yürüdüm, duvarın köşesinde metal bir tabure vardı, bir tekme salladım, tabure havalanıp yere çarptı, patır kütür sesler çıkararak iki-üç takla attı.
“Çakallar!” diye bağırdım. Sesim loş otoparkın içinde yankılandı.
Not: Bölümün kullanım izni İletişim Yayınları’ndan alınmıştır.
edebiyathaber.net (16 Haziran 2014)