Zaman zaman kinayeli sözler duyar, eleştiriler alırım okurlardan, yazar-çizer takımından. Yaratıcı yazarlık derslerime dönüktür çoğu da: “Yazar da yetiştirilir mi, yazar olunur” gibisindendir her biri.
Bir yanda bu uğraşın heveslileri var, ötede ise kendini doğuştan yazar sananlar.
Oysa ben, sıklıkla şunun altını çizerim: Yazmak öğretilebilir, yazarlık da başka yazarların yazdıklarından öğrenilebilir ancak.
Bu, şu demektir: Yazar olarak doğulmaz, bir yazarın yetişmesi için birtakım koşullarla birlikte tutku/sadakat/bağlılık gerekir.
Bugün 80. yaşına varmış Demir Özlü’nün yeni yapıtı, özyaşamsal anlatı İşte Senin Hayatın’ı okurken rastladığım şu cümle; “yazın kendi insanını da yetiştirmek zorunda”, beni yeniden bu konuya döndürdü.
Özlü’nün söylediğini, bağlamı içinde anarsam:
“Seninle bazı arkadaşlarının, gelenek haline gelmiş temalarla, yazış biçimleri karşısında tuttuğunuz çok farklı yolda kendi kendinle tartışma konusu olan sorun yumağı. Geleneksel olandan büyük kopuş, savruluş. Sizin modernizminizin toplum dayanakları olacak mıydı? Paris’te pek bir şey yazamamanın nedenlerinden biri de kendi kendine yaptığın bu tartışmaydı. Fakat aylar sonunda anladım ki Türk dili yazını sadece kırsal olanın yazını olarak kalmak zorunda değildi. Ayrıca yazın kendi insanını da yetiştirmek zorundaydı.”
Doğrusu, Özlü, kuşağının ortaya çıkışı/yazış biçimine dönük bir belirleme yaparken kurucu edebiyatın birikimine indirgeyici bakması tartışılır. Ama altını çizdiği bir şey var ki; her yazınsal eğilim/kuşak kendi insanını/yazarını yetiştirmek zorundadır.
İşte bunu da verecek olan, sıklıkla üzerinde durduğum yerel/bölgesel edebiyatın oluşumudur.
Kentleşme, eğitim, ekonomik gelişmeler tümüyle edebiyatın birikimini geliştirmiş; yazarın konumunu farklı bir boyuta taşımıştır.
Edebiyat kentlerde kurulur. Yazan insan kent ortamında/kent kültürü içinde yetişir, nereden gelirse gelsin bu böyledir.
Taşrayı, kırsal kesimi anlatmak onun edebiyatını öyle adlandırmayı gerektirmez.
Flaubert de taşradan çıkmıştır, Yusuf Atılgan da. İlk varoluşçu romanımız Denizin Çağırışı’nı (1941) yazan Kemal Bilbaşar da taşradan geliyordu, Hasan Ali Toptaş da… Şimdi bunların yazdıklarına geldikleri yerden mi bakıp karar vereceğiz, yoksa yapıtlarının tözü müdür aslolan?
Öncelikli olan insana/topluma dönük bakışı gözlemidir yazarın. Buradan hareketle neyi/nasıl anlatacağıdır. Bu da, onu, ister istemez yazınsal bir dil kurmaya götürecektir. Bunu yaparken de, yeni bir şey söyleyip, kurmak adına önceki kuşaklarla hesaplaşacaktır.
Demir Özlü’nün bireyi, bireyin içsel yalnızlığını, sürüklenişlerini, bunaltılarını anlatması ne denli gerçeklik duygusu taşıyorsa; taşrayı, kırsal kesimi anlatan “iyi yazar”ın anlatısı da aynı düzlemdedir bence. Her biri var olan edebiyatın zenginliğidir.
“Bu köycü, taşralı yazarlar” deyip burun kıvırıp, dudak bükmeler öteden beri kentte, dahası İstanbul’da yaşayan yazarlarca sıklıkla yinelenedururdu.
Hatırlarım, Yaşar Kemal’in, “bu kentli yazarlar Türkçe yazmayı bilmiyor, Çardak köyünde konuşulan Türkçeyi öğrenmeleri gerek” gibi bir sözü üzerine Oktay Akbal bir yazı yazmıştı alaysı biçimde; “Haydi Çardak Köyüne” diyerek.
Taşradan gelmek, taşrayı ve kırsal kesimi yazmak küçümsendi uzunca süre.
Oysa edebiyatta nerden geldiğin, nerede yaşadığın değil; kendini nasıl yetiştirdiğin, neyi/nasıl yazdığın daha önemlidir.
İşte bunu önemseten de yazarın kendini yetiştirmesidir; yaşadığı ortamdan beslenmesi, aldığı eğitim ve insan ilişkileridir.
Yaratıcı yazarlık derslerini bu açıdan önemsiyorum.
Bugün Amerikan edebiyatında yerel/bölgesel edebiyat kurulabilmişse; Faulkner, Steinbeck, Hemingway gibi yazarlar çıkabilmişse, onların da kendilerini yetiştirmeleri bu tür bir eğitimden geçmeleriyle olmuştur.
Hukuk eğitimi alan Demir Özlü de kendini yetiştiren bir yazardır. Aile ortamı, okudukları, yaşadığı hayat, aldığı eğitim, insan ilişkileri, bulunduğu ortamlar tümüyle o yetişmenin nüvelerini taşırlar ona.
Bugün, 80 yaşında tutkuyla yazmasını ise; edebiyata bağlılığına verebiliriz.
İşte Senin Hayatın bu anlamda salt yazılmış bir özyaşam anlatısı değil; Özlü’nün çağına/kendine/kuşağına/ülkeye/dünyaya bakışı ve sorgusunu da içermektedir.
Hatta öyle ki; yer yer karşı çıkışlar, yüzleşmelerle birlikte yazıdan başka bir hayatın olmazlığını da zamansal yolculuklara çıkarak öykülemesiyle anlatısına bir romans havası da verir.
Yersiz yurtsuzlaşan bir yazarın sürüklenişlerinin, yalnızca yazıya tutunarak varoluşunun romansı diyebiliriz bu anlatısına.
Özlü’de yer yer Oktay Akbal vari bir anlatımı bulurum. Bir edebî akrabalık vardır aralarında. Hem izleksel hem de anlatım biçimi açısından yaklaşırlar birbirlerine. Kent bireyinin ruh halini yansıtmaları, o içsel yolculuklardaki imgeleri, çevre/mekân ilintisini dile getirmeleri, yazıdaki bir hayatın sürüklenişini anlatmaları yakın durur birbirine:
“Odandan, üzerine sonbahar güneşinin vurduğu denize bakıyorsun; ruhun tam bir dinginliğe ulaşmış olmasa da, gene de onun oldukça dingin olduğunu düşünüyorsun. Daha ne isteyebilirdin ki? Bize verilmiş dünya bu. Sonra yeniden daktilo makinenin başına geç; bazı satırlar ekle yazmakta olduğun metne. Savrulup gidecek satırlar, gelecek günlerde de bir işe yarayacağını sanmadığın. Yaşam bir uçucu. Eski Yunan’da olduğu gibi tanrılarla çevrili bir dünyada değiliz ki! Hiçbir şey hiçbir yere ulaşmıyor. Bu yüzden rahat bırakman gerekiyor kendini.”
Akbal’ı da düzyazının kurucu yazarları arasında sayarım. Özlü’ye, daha çok, kuşakdaşı Ferit Edgü gibi, yazarların yazarı diyebilirim.
Onların kuşağı edebiyatımıza yazar yetiştiren kuşak olmuştur hep. Tahsin Yücel’den Bilge Karasu’ya, Nezihe Meriç’ten Leyla Erbil’e, Vüs’at O. Bener’den Orhan Duru’ya kadar bu böyledir.
Bunu da göz ardı etmememiz gerekir.
Okuyun Demir Özlü’nün özyaşamsal anlatısını; hem yazarlığın nasıl olabileceğini, hem de tutkuyla bunca yıl nasıl sürdürülebileceğini göreceksiniz. O zaman eminim ki, yazarlığın, yazarlardan başka okulunun/öğretmeninin olmadığına da inanacaksınızdır.
Onun söylediklerine yer yer itirazlarınız olsa da; siz kendi yazarınızı bularak yola devam etmenin sırrını keşfedeceksiniz.
İşte size birkaç ipucu: Yaşam/yazı sorgusu, siyasal/toplumsal bilinç, edebî bellek, kültürel karşılaşmalar, yazar okumak, felsefe, yer/mekân duygusu, yaşama tutkusu, aşk, hayal gücü, aidiyet sorgusu/kimlik, yorumsayıcı okumalar, içduyumun sesine yolculuk, gitmeyi seçmek, yazarak anlatmak duygusu için okumak/gezmek, yerin anlamı, bellek yolculukları, sürgünlük, kendi zamanına bakmak, değişimi/dünyayı kavrama bilinci, yalnızlığın keşfi, yazmak için göze almak, kendi olmak…
Feridun Andaç –edebiyathaber.net (27 Ocak 2015)