Chuck Palahniuk; âdil olmayan yaşamla ve adaletle sorunu bulunan bir yazar. Dövüş Kulübü başta olmak üzere, hemen her kitabında bu rahatsızlığını bazen açıkça bazen satır aralarında dile getiriyor.
Yarattığı tekinsiz, yaşamı zorluklarla şekillenirken hayatı zorlayan karakterler yardımıyla mevcut düzene isyan bayrağı açan Palahniuk, yüksek egolu ve aşağılık kompleksli kişilerin karşısındakilere istikamet vermesini eleştirirken yozlaşmanın, aptallığın, insanları kör kuyulara atan ve toplumu kemiren önyargıların, mizahi ve ironik anlatıcısı aynı zamanda.
Öte yandan Palahniuk, tüketim kültürünün insanları nasıl köleleştirdiğini, bu dertten mustarip karakterler kurgulayarak gösteriyor. Ambalajı hayli parlak mükemmellik illüzyonunun, bir başka deyişle Hollywood soslu yaşamın tasviri de cabası.
Palahniuk, ölülerin ve dirilerin, ölülerle ve dirilerle giriştiği hesaplaşmaların da yazarı. “İnsanlar kaybedeceği hiçbir şey kalmadığı yerde en çıplak gerçekleri anlatır” derken böyle bir hesaplaşmaya atıf yapıyor. Kaleme aldığı Yargı Günü de benzer bir muhasebenin sert ve sarsıcı anlatımı.
Başıboşların kölesi olmaya son
Palahniuk, Yargı Günü’nde insanları kasvete boğan, sömüren, yalanlarla yarı ölü hâle getiren ve kendileri dışındakileri geleceksizleştiren akademisyenlere, politikacılara, gazetecilere ve patronlara karşı eylemler hazırlayan; diğer bir ifadeyle gidişattan hiç memnun olmayan bir grupla buluşturuyor bizi. Bu grubun üyeleri listeler oluşturuyor, kendine göre belli kurallar belirliyor ve harekete geçecekleri zaman için hummalı bir çalışma başlatıyor.
Söz konusu grubun üyeleri, hayatlarını faydalı bir şeyde kullanmak için başka şanslarının olmadığının farkında. Kimilerinin “terör” dediği şey, onlar için gençlik patlaması ve isyan anlamına geliyor. Bu başkaldırıyı sağlam temeller üzerine oturtma amacıyla oluşturdukları, içinde günü geldiğinde uygulanacak emirlerin yer aldığı “Yargı Günü” başlıklı bir el kitapları da var. Kısacası bir hesaplaşmaya hazırlanan ve kendileriyle benzer fikirde olanlarla beraber örgütlenen bu grup, hem temkinli hem de hızlı bir şekilde planlar yapıyor. “Dünyanın güzel taraflarının korunması için kötü taraflarının yakılması gerektiğini” biliyorlar. Bu sonuca ise uzak ve yakın geçmişin gerçeklerinin ayırdında olarak varıyorlar: “Şehirlerin, kilise veya camilerinin egemenliği altında var olduğu bir dinler çağı yaşanmıştı. Kuleler ve minareler, etraflarına çömelmiş bütün yapıları cüce gibi göstermişti. Sonra ticaret çağı gelmiş, iş merkezi olan gökdelenlerin ve bankaların işlemeli sütunları, kiliseleri gölgede bırakmıştı. Fabrikalar, en büyük camilerin bile boyutunu aşmış, depolar tapınakları gölgede bırakmıştı. Kısa zaman önceyse sivil yaşamı düzenleyen binaların ufukta patlamasıyla hükümetler çağı başlamıştı. Bunlar, dinin ve ticaretin ancak rüyalarında görebileceği bir güce haiz devasa anıtlardı. Bunlar, yasa koyucuların ve yargıçların kudretini korumak ve sergilemek için kullanılan gösterişli araçlardı. Yazgı’dan önceki son birkaç haftada sıradan insanlar, hayranlıkla bakarak dolanan alelade gezginlermiş gibi rol keserek işte bu binaların içine girmeye cesaret etti. Fotoğraflar çektiler, yasak bölümlere girebilmek ve yakalanıp dışarı çıkmaları istendiğinde masum numarası yapabilmek için kaybolmuş ayağına yattılar. Kapatmaya ihtiyaç duyacakları olası kaçış rotalarının planını çıkardılar. Açacakları ateşler için önü en açık yerleri belirlediler. (…) Hepsi de gerçeği biliyordu: İstiflenmiş yiyecek çürürdü. İstiflenmiş para, insanı çürütürdü. İstiflenmiş güç ise hükümeti çürütürdü.”
Bu gerçeklerden hareketle kurmak istedikleri yeni düzenin temelinde, üretenlerin ve zeki olanların başıboşlara kölelik etmesini durdurmak, başıboşları işe koşmak bulunuyor. “Vatanseverlik” kisvesi altında yaratılan nobranlığı ve hükümet kültünü sonlandırmak da planlarına dâhil.
‘Kısa ömürlü bir sapma’
Tahrif edilen tarihi öğrenmekten sıkılanların, tarihin kendisi olmak için çıktığı yolu anlatıyor Palahniuk. Bu yolda, yönetebilmek için insanlara verilen bir uyuşturucuyu ifşa ediyorlar: “Amerikalılara tekrar tekrar verilmeye çalışılan ders, çok pasif ya da çok agresif olmaktan ziyade, dikkatli olmaları ve dikkat çekmekten kaçınmaları yönünde. Kaçmaları, hayatta kalmaları ve hikâyeyi anlatmaları istenir.”
Eski çözüm önerilerinin ve çözümlerin, toplumsal sorunları derinleştirmekten başka bir işe yaramadığını bilenler, artık farklı şeyler denemek ve toplumu yeniden şekillendirmek için büyük bir coşkuyla hareket ediyor. Söz konusu coşkunun kaynağında yine bir gerçek var: “Kapitalizmin demokrasisi, yalnızca en sıradan erkeklerin; en vasat zekâya, göze en çabuk çekici gelen görünüşe ve yeteneklere sahip erkeklerin nama kavuşmasını garanti ediyordu. Bunlar da milyonlarcası arasından sadece bir avuç erkek demekti.”
“Kısa ömürlü bir sapma” dedikleri bu demokrasinin yumuşak karnının, kadınlar ve erkekler arasında yaratılan adaletsizlik olduğunu gördüklerinden buna uygun bir eylem planı tasarlıyorlar. Önlerinde duran ve çözmeleri gereken başka bir sorun daha bulunuyor: “Kamuya mâl olmuş hiç kimse yozlaşmışlığı ne ölçüde ortaya çıkarsa çıksın, halkın gözünün önünden uzun süre ayrılamıyor. Sonun içinde son yok.”
İşte bu ve benzer problemler nedeniyle yaşanan derin hesaplaşmanın, ardından gelen yeniden kuruluşun hikâyesini; var olan absürtlükleri, açmazları, önyargıları ve haksızlıkları anlatıyor Palahniuk.
İnsanların bildiği ve yaşamayı sürdürdüğünün ötesinde de bir dünya olduğu düşüncesinden hareketle planlanıp gerçekleştirilen eylemlerin öyküsü bir bakıma Yargı Günü: Patronların, menfaatçi gazetecilerin ve akademisyenlerin inşa ettiği, hükümetlerin de icracı olarak yer aldığı, yozlaşmış dünyayı değiştirme girişiminin anlatımı…
Palahniuk, “Amerikan Rüyası”yla başlayıp “Amerikan Ruhu”yla zirveye ulaşan ayrımcılığın, şiddetin ve üstten bakışın eleştirisini getiriyor karşımıza. Yargı Günü’nde, düzenden beslenip kendilerine benzerler dışında nefes alma imkânı tanımayanlara karşı anarşist tavırla eyleme geçen bir grubun mücadelesiyle buluşturuyor bizi yazar.
edebiyathaber.net (18 Ekim 2024)