İvan İlyiç’in odasında, tavana baktığı o noktada, birden kafasına çark eden, o en bayağı hakikatle birlikte, inceliklerle dolu muhayyilesi ve yaşamındaki her şey, dahası tüm dünya; yapmacıklı gösterişiyle konuk salonundaki karanlık çehrelerin kendisine nispet edermiş gibi attıkları kahkahaların, karısının kopan gürültüden sonra onu kontrol etmek için odasına gelip gösterdiği bir çeşit zoraki şefkat denemesiyle alnına kondurduğu öpücüğün uyandırdığı nefretle kaplanıyor.
Çünkü İlyiç’in besbelli ki ömrü boyunca görmezden geldiği, çeşitli oyalanmalar, kayda değer soylu emel ve rütbelerle geçiştirdiği; hayatı boyunca, hep başkalarıyla, işiyle ya da önemli şahsî meseleleriyle meşgul olduğu için, kendisiyle bir türlü yalnız kalıp konuşma fırsatı bulamadığından, sadece o bir anda, tüm maddiyatından sıyrılmış ve perdesiz, dolaysız o boşluk anında, ansızın orada, karşısında hazırlıksız yakalandığı ölümü, kendisinin de öleceği gerçeğini buluyor.
Bu hazırlıksız yakalanılan kaba hakikatle, İlyiç’in kayda değer, yaşamaya, ulaşmaya ve ulaşmak için var gücüyle çalışmaya değer, soylu amaçlarının, dünyevi zevklerinin arkasına ustaca bir incelikle gizlenmiş olduğunu görüyoruz; ki son zamanlarına kadar kendisinin bile “Hayatını yaşanabilecek en güzel şekilde yaşadığı”na olan inancını içten içe savunuyor oluşu da bu vaziyeti destekler niteliktedir.
Tüm bunlarla birlikte, kitabı, yaşadığımız coğrafyada “köylü” zamanın Rusya’sında ise “mujik” denilen sınıflardaki ölüm kavramı ile; günümüzdeki şehirli ya da “elit çevre”lerdeki insanların ölüm kavramını düşünme biçimleri ve çağrışımlarını karşılaştırarak değerlendirelim.
Kitabın başlarında İvan İlyiç’in en yakın arkadaşlarından Pyotr İvanoviç’in İlyiç’in hanımıyla konuşurken düştüğü o kısa, dehşet anında görüldüğü üzere:
“Üç gün boyunca gece gündüz acılar içinde kıvranmak, sonra da ölüm… Bu her an benim de başıma gelebilir…” diye düşünüp dehşete kapıldı. Ama hemen sonra, nasıl olduğunu kendi de anlamadan, tüm bunların onun değil, İvan İlyiç’in başına geldiği, kendisinin başına asla böyle şeyler gelmeyeceği, gelemeyeceği… böyle düşünmenin kendisine eziyetten başka bir şey olmadığı, bunu Şvartz’ın yüz ifadesinin de apaçık kanıtladığı… şeklinde bildik, olağan düşünceleri imdadına yetişti.
İvan’ın “ölmek fikri”ni kabullenmeye çalıştığında açığa çıkan duygularında olduğu gibi :
“Kiesewetter’in Mantık kitabındaki “Gaius insandır, insanlar ölümlüdür, o zaman Gaius da ölümlüdür.” şeklindeki tasım örneği ona ömrü boyunca doğru gelmişti,ama hep Gaius bağlamında;kendisiyle hiç ilintisi olmadan. Evet Gaius insandı, ama sıradan bir insandı, o bakımdan bu önerme onun için tümüyle doğruydu; ne var ki İvan İlyiç Gaius değildi, sıradan bir insan değildi; o her zaman, herkesten farklı, özel bir varlık olagelmişti.”
Kitapta Pyotr ve İvan’la, bu ölümü öteleyen haliyle yansıtılan kentli görünümü; bir fikre, ideolojiye, sevdaya, rütbeye, makama göz dikip, onun gittiği, eğilip büküldüğü, aldığı şekillerle hayatını şekillendirme ve akışını, devinimini ona göre ayarlayarak, onun ardında yatan en büyük ve iptidai hakikati, ölümü, gözardı etme, başkalarıyla birlikte kabul ettiği, kendisiyle alakasız bir gerçeklik olarak görmezden gelme eğilimindeki insanları, ekseriyetle kentlilerin psikolojik yapısına sahip insan prototipini hatırlatmaktadır.
Atm kuyruklarında, ziyafet sofralarında, eğlence yerlerinde, mahkeme salonları, kolidorlarında, alışveriş merkezlerinde, geniş caddelerde, yatak odalarında, bilgisayar başında, ya da akıllı telefonlarda; eğlenirken, beklerken, vakit geçirirken, iş yaparken ama hep kalabakların ve nesnelerin içerisinde, nesneleri ise onu çevreleyen kalabalıklarda olduğu gibi: Daha çok başkalarına benzemek, erişilmek istenilen üst tabakaya ait o başkalarınca kabul görmek, yalnız kalmamak ve kafa dağıtmak için biriktiren her hayatın; kendini unutan, kendiyle başbaşa kalmaktan korkan ve kendini yanıtlamaktan vazgeçmiş, sahte görünümleri ve oyalanmacaları ile bir İvan İlyiç’i vardır.
Şehir yaşamının toplumsal yapısına yıllar yılı yayılan hedonist, lezzetleri acılaştıran onlara ket vuran şeylere, gerçeklere içten içe kapalı, ölümü ancak başkaları üzerinden kabul edip, değerlendiren yaygın algıya karşı; köylerdeki tekdüzelik, gelişmemişlik ve mahrumluk üzerine kişiyi nesneleri biriktirmesine, onlar üzerinde gönlünce değişiklikler yapmasına, kalabalıklara karışmasına, kafasını çeşitli çevreler ve sunulan eğlencelerle dağıtmasına izin vermeyerek, kendisiyle baş başa bırakan kente nazaran yabanıl şartlar neticesinde, köylülerde ölüm gerçeğini tıpkı hayatta olduğu gibi olağan ve kolay kabul etme durumu daha sık görülmektedir. Kentlilerin sahip oldukları olanaklar, iç içe geçmiş sosyal yapılar onları ölüm fikriyle doğrudan, bizatihi karşılaşmasını önleyerek bir dış kabuk oluşturmakta, ana haber bültenlerinde sayılarla ifade edildikçe de, mantık çerçevesinde değerlendirilip ötelenmesine sebep olmaktadır. Bu sosyal yapıda, misalen büyük bir şehirde ölmekte olan kişilerin her ne kadar er ya da geç öleceği (belki evinde daha rahat ve acısız ölmesinin daha iyi olacağı) bilindiği halde, otoritelerin sessizce üzerinde ittifak ettikleri tüm ölümcül hastaları hastanelere, ameliyat masalarına, en yeni en iyi tedavi yollarına, en uzman doktorlara, bir umut ışığının peşi sıra süründürmek gibi, ticari zekâlarıyla insanların bekâ, biraz daha yaşama arzusunu birleştirerek (bir yandan onları oyalayıp kendi kasalarını doldurarak) ölümün üzerine perde üzerine perde çekilmekte, bu hakikat olabildiğince, büyüleyici bir şekilde gölgelenmektedir.
Tüm bu bağlamlar ekseninde tekrar kitaba dönersek İvan İlyiç’in ölümün, üzerindeki hakimiyetini hissettikçe herkesi kendinden uzaklaştırması, herkesin içinde taşıdığı o yaşam ateşine nefret ve kıskançlıkla nazar etmesi, öleceği gerçeğinin üzerini başvurdukları çeşitli yollar, empati ve ihtiyaç duyduğu şefkat yerine türlü yalanlar ve yapmacıklıklarla örten ailesi ve çevresi için beslediği sûizanna ve kötücül hislere karşın uşağı Gerasim’le kurduğu, onu içten içe rahatlatan ve üzerindeki ölüm yükünü hafifleten râbıta göze çarpmaktadır. İvan İlyiç’le Gerasim arasında kurulan bu bağ ise; Gerasim’in bir şehirli ya da soylunun sahip olduğu incelikler, nesne ve insan kalabalıklarıyla örtülü oyalanmacalarla ölümü yadsıyan ve içselleştirmekten oldukça uzak o hayatlara toyluğu, içinde doğumu kadar geniş, taze ve safi bir yer edinmiş ölümün olması İlyiç’in tavana baktığı o noktada anladığı hakîkatle örtüşmesinden kaynaklıdır.
Zeynep Kâmil – edebiyathaber.net (2 Şubat 2017)