“Ah gençlik! Gençlik! Pervasızca, umursamadan gidiyorsun kendi yolunda – dünyanın bütün hazineleri seninmiş gibi; keder bile seni umutlandırıyor, acı bile alnına çok güzel oturuyor. Özgüvenli ve küstahsın ve ‘sadece ben canlıyım, bakın!’ diyorsun. Kendi günlerin hızla uçup, hiçbir iz bırakmadan yok olur ve içindeki her şey güneşin altında eriyip giderken bile mum gibi… kar gibi… ve belki de senin sihrinin bütün sırrı istediğin her şeyi yapabilme gücünde değil, yapamayacağın hiçbir şey olmadığını düşünme gücünde saklı.” (İlk Aşk)
On ikinci yüzyılda Russkaya Pravda (ilk Rus kanunnamesi) ülkede serflik sisteminin kuruluşunu ilan eder. O tarihten itibaren, bir nevi esir statüsünde yaşayan serflerin toprak sahiplerine kulluğu tam yedi asır sürecektir. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde o zamanki Rus İmparatorluğu’nun topraklarında yaşayan kırk milyon köylünün yarısını oluşturan serfler, toprağın, mülkün bir parçası olarak doğmakta ve derebeylikler arasında ticari bir meta gibi alınıp satılabilmekteydi.
On yedinci yüzyıl başlarında tacı eline geçiren Romanov Hanedanı uzun süre bu sistemin koruyucusu oldu. En nihayetinde Çar II. Aleksandr 1861 yılında serflik sistemine son verecek, elli yıl sonra bu kez de torunu II. Nikolay Bolşevik Devrimi ile birlikte ayaklanan köylüler tarafından Yekaterinburg şehrinde, o bahtsız 17 Temmuz 1917 günü, ailesi ile birlikte kurşuna dizilecektir.
“Hiçbir şey çok geç gelen bir mutluluktan daha kötü olamaz, daha çok acıtamaz. Sana vereceği bir tat kalmadığı gibi, seni en değerli hakkından, kaderine küfretme ve lanet okuma zevkinden de mahrum eder.”
1818 yılının sonbaharında, Moskova’nın güneyindeki Orlovskaya bölgesinin Oleg kentinde bir erkek çocuğu doğar. Adını İvan koyarlar. Bir albay olan babası Sergei Nikoleviç Turgenyev, İvan on altı yaşındayken hayatını kaybeder. Kardeşi Nikolay ve İvan, çok sayıda serf çalıştıran mütehakkim bir annenin haşin disiplini altında yetişecektir. Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak evde eğitilen İvan, çevresindeki yaşıtlarından farklı bir hayat sürdüğünün bilincindedir. Bu hoyrat düzen, eşitsizlik, baskı ortamı, sahip oldukları topraklarda yaşayan serflerin çektiği sıkıntılar, bu kendi halinde gencin ilerde kaleme alacağı eserlere ilham kaynağı olacaktır.
Yüksek öğrenimi için önce Moskova’ya oradan da St. Petersburg’a geçen İvan, Rus dili ve edebiyatı eğitimini kendi ülkesinde tamamladıktan sonra Almanya’ya gider ve 1838-1841 yılları arasında Berlin Üniversitesi’nde felsefe okur. Bu süreçte en çok Hegel’in fikirlerine yakınlık duyan genç adam daha sonra St. Petersburg’a geri dönüp iki yıl kadar bir devlet kurumunda çalışır.
“Eğer her şeyin, kesinlikle her şeyin hazır olduğu anı beklersek, hiçbir zaman hiçbir şeye başlayamayız.”
İvan Fransa’da tanıştığı Gustave Flaubert ile sıkı bir dostluk kuracak, birlikte tartıştıkları konuların, paylaştıkları prensiplerin aydınlattığı yolda ilerleyen genç yazar daha sonraki yıllarda gerçekçilik akımının öncülerinden biri olacaktır. Eserlerinde o dönemin yaşantısına gerçekçi bir perspektiften bakıp ayrıntılı bir üslupla okurlarına aktarması nedeniyle Turgenyev özel bir konuma sahiptir. Yazar bu becerisini biraz da kendi sınıfından olmayan serfler, köylülere ve diğer yoksullarla kurabildiği empatiye borçludur.
İvan, ilk olarak Lüzumsuz bir Adamın Günlüğü adını verdiği novellasıyla, ölümünden birkaç gün önce zihninden geçenleri not defterine aktaran bir yazarın hikâyesini anlatarak, yakın çevresine adını duyurur (1850). Şöhretini ise Bir Avcının Notları (1952) ile pekiştirir. İvan gençlik yıllarında özel eğitiminden geri kalan zamanları avcılıkla geçirmiştir. Korunaklı malikânesinden çıkıp köylülerle, serflerle, tüccarlarla tanışabilmiş olması, onların dilini anlayıp, yaşam tarzlarını yakından gözlemleyebilmiş olması yazarlık hayatında ona özel bir ayrıcalık sağlamıştır. Turgenyev bu sayede Rusya’daki kurulu düzenin, derebeylerinin, toprak ağalarının zulmünü, adil olmayan bu sistemin mağdurları olan serfleri, onların fukara, biçare hayatlarını kaleme alan bir entelektüel olarak anılacaktır.
Bir Avcının Notları yayınlandığı sırada St Petersburg’daki öğrencilik yıllarından tanıdığı Dostoyevski, Çar I. Nikolay tarafından önce ölüme mahkûm edilmiş, sonrasında da Sibirya’ya sürülmüştür. O sırada Rus edebiyatının en önde gelen yazarlarından Gogol da hayata veda eder (1852). Ardından bir gazeteye “Gogol öldü! Hangi Rus’un yüreği buna dayanabilir? O yok artık, gitti! Ve ancak şimdi onun ne kadar büyük bir yazar olduğunu söylemeye hakkımız var” diye yazan Turgenyev bu yüzden gizli servisin dikkatini üzerine çekmiş, kısa bir süre için de olsa hapse atılmış, ardından iki yıl boyunca izlenmiştir.
Berlin’de geçirdiği yıllarda batı medeniyetlerinin aydınlanma çağının önemini kavrayan Turgenyev, aynı dönemin iki ünlü ismi olan Tolstoy ve Dostoyevski’den pek çok konuda farklı düşünmektedir. Yazar, dini sembol ve öğretilere önem vermek yerine sosyal sorunlara, toplumdaki adaletsizliklere karşı çıkan özgün hikâyeleri tercih edecek, romanlarındaki karakterlere yeni, denenmemiş boyutlar katacaktır.
“Netice itibarıyla doğa amansızdır, acımasızdır: aceleye gerek duymaz ve er geç kendine ait olanı alır. Bilinçsizce ve inatla kendi kanunlarına itaat eder, sanatı bilmez, tıpkı özgürlüğü bilmediği, tıpkı iyiliği bilmediği gibi.”
Turgenyev, Leo Tolstsoy ile ilk olarak 1855 yılında St. Petersburg’da tanışır. Batı dünyasını daha iyi tanıyan Turgenyev, Tolstoy ve ortak bir arkadaşlarıyla yeniden Paris’e gider. Hayata farklı bir açıdan bakan, sert mücadelelerden, gece hayatından hoşlanan Tolstoy, Turgenyev’in ölçülü, münzevi yaşam tarzından pek haz etmez, hatta onu sıkıcı bulur. İki büyük yazar arasındaki inişli çıkışlı ilişki Tolstoy’un Turgenyev’i düelloya davet etmesiyle, her ne kadar daha sonra Tolstoy bu talebini geri çekip özür dilese de, 1861 yılında son bulacaktır.
“Zaman bazen kuş gibi uçar, kimi zaman da bir salyangoz gibi sürünür; buna karşın bir insan vaktin nasıl geçtiğini bilmiyorsa eğer, işte o zaman mutluluğu yakalayabilir.”
Batıyla Doğu arasında kendini sıkışmış hisseden yazarın Çarlık Dönemi’nin Rus entelektüellerini irdelediği Asilzade Yuvası adlı romanı 1859 yılında yayınlanır. O sırada annesi de ölmüş, geriye kalan topraklar serfler arasında dağıtılırken Turgenyev’e de tüm hayatını rahatça idame ettirebileceği yüklü bir miras kalmıştır. Böylece dünyevi sorunlardan kurtulan yazar başyapıtı, Babalar ve Oğullar üzerinde çalışmaya başlar. 1862 yılında okurlarıyla buluşan bu önemli eser aynı zamanda nihilizmin edebiyata yansıyan ilk örneklerinden biri olacaktır. Romanın esas karakteri Barazov, ne geçmişin değerlerine, ne soylulara, ne köylülere, ne aşka, ne de yaşlılara hürmet eder. İnandıklarını her ortamda açıkça dile getirmekten çekinmeyen bu korkusuz genç günlerini bilimsel deneylerle geçirmektedir. Her ne kadar yakınındakilere özgün, güçlü bir kişi olduğu izlenimi verse de, inançsızlığın girdabında kıvranan bu genç adam kendi hayatında mutluluğu bir türlü bulamaz. En nihayetinde çareyi evine dönüp bir köy hekimi olan babasına yardım etmekte bulur. Bu sefer de ölen hastalardan bir virüs kapar. Topluma duyduğu öfkeye, içinde kök salan pesimizmine, hayata karşı süre giden küskünlüğüne bir çare bulamayan Barazov, genç yaşta ölecektir.
“İnsan dünya üzerinde var olan her şey hakkında hararetle, coşkuyla konuşabilir, ama sadece kendi hakkında hırsla, açgözlülükle konuşur.”
Gençliğinde köylü kızlara duyduğu ilgiyi ve bu ilişkilerden doğan bir gayrı meşru kızını saymazsak Turgenyev hiç evlenmemiş, babalığını üstlendiği bir çocuk sahibi olmamıştır. Uzun boyunun, etkileyici cüssesinin ardında sessiz, içine kapanık, çekingen, hassas bir yapıya sahiptir. Özel hayatı, gönül maceraları pek bilinmeyen Turgenyev’in otuzlu yaşlarda tanıştığı Pauline Viardot ise umutsuz bir aşk macerası olarak yaşamına damga vurmuştur. Altı farklı dili konuşabilen, iyi bir piyanist ve şarkıcı olan sevgilisi evli olduğu için bu çiftin yarı fiziksel, yarı duygusal beraberliği kısa süreli ilişkiler şeklinde uzun yıllar devam eder.
Bozkırda Bir Kral Lear (1870), Ham Toprak (1877) gibi eserleri eleştirmenlerden beklediği tepkiyi alamayıp, gitgide yoğunlaşan bir eleştiri bombardımanı ile karşı karşıya kalınca, kendini daha da mutsuz hisseden Turgenyev, son kez ülkesini terk edip hayatının son dönemini bir türlü vazgeçemediği kadının, Pauline Viardot’nun yakınlarında, Paris’te geçirecek, 1883 yılında bu fani dünyayı terk edecektir.
Yaşadığı dönemde umduğu, layık olduğu ilgiyi göremeyip dünyadan küskün ayrılmak, ancak yıllar sonra saygı ve hayranlıkla anılmak nice güçlü sanatçı gibi İvan Sergeyeviç Turgenyev’in de kaderi olacaktır.