Gecenin sessizliğinde gelip bulmuştu seni o genç kızın (*) metni.
Gündüzleyin söze durduğunuz dostun anlatmıştı yaşananı.
Atlarla ilgini bildiğinden; “Atsız kalmak nasıl bir şey, sen bilirsin bunu,” diyerek üstelik.
Hiç kopmadığın bir duygu da olsa; sürdüremeyeceğini anladığında, bırakmıştın ata binmeyi.
O an, dinlemiştin yalnızca dostunu. Genç kızla tanışmıştın bir akşam yemeğinde; annesi, sen, dostun buluşmuştunuz onların isteği üzerine.
Şimdi hayal meyal hatırlıyordun yüzünü… Yazdığı metnin sesi, onun sesi olarak çıkmıştı karşına. Konuşuyordu adeta!
O “içses”i derinden hissedebiliyordun.
“Benlik” adını verdiği metni şöyle başlıyordu:
“Ata binmek sıradan biri için çok da anlam ifade etmeyen bir eylem gibi görünür sadece. Bu hayvana hükmetmek, bir spor, bir hobi… Ama benim için ise huzur ve mutluluk bulduğum meditasyonumdur. Size ata binmeyi ne kadar sevdiğimi inanın anlatamam. Ama tüm samimiyetimle deneyebilirim.”
O ses alıp seni taşımıştı başka zamanlara… Çocukluğuna, atla buluştuğun anlara… Kendini bir atla bütünleştirdiğin günlere… Kopulamayan bir duygunun uçarı enginliklerine… Bağlanmanın anlamına… Sadakat duygusunun ne olduğuna… Kendini keşfetmenin, kendi olmanın nasıl bir yolculuk olabildiğine… Bir duyguyu besleyebilecek şeyin nasıl da derin anlamlar içerebileceğine… Bir atla sürebilecek zamanların ne denli öğretici/duygulu bir yaşama sevinci olduğunu hatırlatmıştı sana bu genç insan… Ve daha ne çok şeyi taşımıştı…
Şunu söylüyordu hemence o sözlerinin ardından:
“… ata binmek fedakârlıktır benim için. Arkadaşlarla geçirilecek zamandan, aile ile yenecek yemeklerden, başarılı olunacak sınavlardan fedakârlıktır. Ata binmek, dostluktur. Sizin dilinizi konuşmayan bir canlıyla en iyi arkadaş olmak, her sırrını anlatmak, ondan hem öğrenmek hem de ona öğretmektir. Ata binmek güvenmektir…
… Ata binmek, azimdir. Tekrar tekrar, bir yerleriniz sakatlanıncaya, her bir dokunuz çürüyünceye kadar düştükten sonra bile kalkıp her defasında ayağını üzengiye daha sağlam basmaktır.”
Cins atlar yetiştiricisi İbrahim deden, bu genç kızın neredeyse yarı yaşındayken atlarla tanıştırmıştı seni.
Sekiz-dokuz yaşında olmalıydın… Atla bir başına o “uzun” yolculuğa çıktığında…
Atının terkisinde seni gezdirdiği ânlardan sonra, bir gün; “hadi şimdi senin de bir atının olması için üzengiye ve dizginlere sıkıca sarılman gerek,” diyerek seni doru kısrak atlarından birine emanet etmişti.
Şimdi, içini ürperten bir duyguyla hatırlıyorsun yaylaya yaptığın o bir başına yolculuğu…
Korkularını yendiren atın kokusunu hissediyordun… Yelesini okşadıkça kulaklarının titreyişiyle sana ses ve can verişini; üzengiye hafifçe, ama sarmalayıcı ayak ivmelerin onda uyarıcı olmak yerine, sana “acele etme” duygusunu taşıması…
O bir saatlik yolun menziline vardığında, bir ân büyüdüğünü; bir duygunun içinde nasıl beslenebileceğini öğrenmenin ilk adımını attığını hissediyordun.
Bu genç insanın duyguları gelip bürümüştü her yanını…
Şöyle devam ediyordu:
“Ata binmek, sevmektir benim için. Sizinle konuşma yetisi bile olmayan, ama bir yandan da sizi herkesten iyi tanıyan bir hayvanı ailedenmiş gibi sevmektir. Ata binmek kararlılıktır. Her defasında daha iyisi olacağına inanarak tekrar tekrar çalışma yapmak, sonunda başaracağına inanmaktır.”
Yaşanan zamanla taşınan zamanın aralığında yeni bir dili öğrenmek gibi gelmişti sana da atlarla başlayan ve süren yolculuğun.
O genç yaşta, her şeyi bırakarak doğduğun kenti terk etme cesaretini sana veren, bir başına hayat yoluna çıkma kararlılığını taşıyan İbrahim dedenin seni atlarla o erken yaşta buluşturarak öğrettikleriydi aslında.
Şunu diyordu bu genç insan da:
“Ata binmek inanmaktır. Kendine, atına, iç güdülerine, hislerine inanmaktır. Çabuk ve doğru kararlar vermek, hep kendini daha iyisi için zorlamaktır.”
Bir insanın bunu çok erken yaşlarında keşfetmesi müthiş bir duygudur. Başlı başına ruh ve akıl/duygu eğitimidir… Hayatın gizemlerini erkence keşiftir…
“Ata binerken hayat daha az yorucu, insan daha hafif ve ruh daha temizdir. Ata binerken insanın ruhunda saf bir konsantrasyon, saf bir görev aşkı vardır. Maneje girip atınıza bindiğinizde artık dünyada sadece siz ve atınız vardır.
At ve binici bir bütündür. İkisi ayrı ayrı bir işe yaramaz. Bu yüzden ata binerken at ve binicinin ayrı ayakları, kolları yoktur. Ata binerken bedeninizde sadece dört ayak ve bir beyin vardır.”
Atından koparıldığını anlatıyordu anne ve babasına. Bunu dile getirme biçimi etkilemişti seni:
“Beni bu zor ve kötü dünyanın kolay ve güzel olduğuna inandıran şey, ata binmemdir. Delilerin dünyasında beni daha az deli yapan, herkesin aynı olması istenilen dünyada bana kendi kimliğimi hatırlatan sadece ve sadece ata binmemdir.”
Bir duyguyu beslemek düşüncesine sizi götüren de böylesi bir bağlanmanın anlamıdır. Bunu da hatırlatıyorsa sana yer yer…
Hele hele bağlandığın, kendini verdiğin onunla bütünleştiğin, ondan taşınanlarla ruh ve düşünce zenginliğine eriştiğin zamanlardan kopuş… Ve uzaklaşmak…
Bunu da öylesi bir duygululuk/buruklukla dile getiriyordu ki bu genç insan…
“Ata binemeyecek olma fikri sinirlerimi geriyor, mutluluğumu bir fare gibi kemirip bitiriyor. Ata binemeyecek olduğum gerçeğini hatırladığımda zaman yavaşlıyor, hayat duruyor ve sol tarafımda bir şeylerin kıvrılıp ufaldığını hissediyorum. Bedenim ağırlaşıyor, içim boşalıyor ve hislerim silinip gidiyor. Ve bu hissin, bu duygunun gerçekliğim olmasını ne kadar istemediğimi hatırlıyorum.”
Okurken ve bütün bunları hatırlarken kendi çocukluk ömrünü; sevdiğin, kömür gözlü atının yelesini okşayıp kulağına şunları fısıldıyordun sanki…
“İyileştirici yaralar yoksa hep böyle mi oluşuyor sırdaşım, yol arkadaşım…”
(*) Güneş Yazar, Alman Lisesi birinci sınıf öğrencisi.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (4 Nisan 2017)