Emel Kayın yeni öykü kitabı İyilik ve Kötülük İçin Mekânlar ile okurlarını yeniden selamlıyor. Kitaptaki öykülerin çoğunda gölgeli, puslu, karanlık, soğuk, ürpertici, korkulu bir atmosfer olmasına rağmen, bu atmosfer içinde yazarın esasında iyiliği üretmekte olduğu; karanlık mekânlar içinde iyiliğin aydınlığının diyalektiğini gösterdiği kanısındayım. Sayfalarda iyilik değil kötülük anlatılıyor daha çok; ancak, karanlığın, kötülüğün içinden iyiliğin ışığını süzmek de bizlere düşen bir çaba…
İyilik ve kötülük; binlerce yıldan bu yana, insanı çevreleyen düşünce evreninin, felsefenin, dinlerin, mitolojinin, masalların ve edebiyatın tam kalbinde yer alan iki karşıt kavram… Karşıt ve uzlaşmaz olsalar da; büyük bir çelişkiyi oluştursalar da iyiliğin ışığının net olarak görülebilmesi ve fark edilebilmesi, çoğu zaman, kötülüğün karanlığı içinden geçerek gerçekleşiyor. Tao’culuğun, her iyilikte bir kötülük; her kötülükte bir iyilik vardır ve evreni bu diyalektik sarmal şekillendirir şeklinde özetlenebilecek yaklaşımı, bu kitabın özü için de geçerli.
Masallar Sözlüğü adlı bir çalışmada belirtildiği üzere; “Her zaman iyiler kazanır. Kötülerin kazandığı masal yoktur. Çünkü iyiler kaybederse, herkes kaybeder.” Bir bakıma masal tıkanıverir iyilerin kaybettiği o meşum noktada. Masallar dünyasında iyiler hep kazanır, kötüleri, kötülüğü yenerler; böylece vicdanlar rahatlamış; gelecek kuşaklara iyiliğin yüceliği ve değeri aktarılmış olur.
Elbette görecelidir iyilik ve kötülük kavramları. İnsanın “iyi olma” nedeni ile “kötü olma” nedeninin derinlerine inilince, ruhun karmaşık ve karanlık labirentlerinde kayboluruz adeta. İnsan bir muammadır; çözülmeyen bir varlıktır; bazen öyle olur ki hiçbir nedensellik zincirine göre açıklanamaz içindeki iyilik ve kötülük. Vicdan, insanı iyiye yönlendirir; akıl ve sağduyu da öyle. Vicdanın her şeyden önce bir içsel güç olduğunu; dıştan etkilerle oluşmadığını söyler Ulus Baker. Bu, tartışmalı bir konu olmakla birlikte; eğitimin, felsefenin, edebiyatın içselleştirmesiyle insanda vicdanın geliştiği de bir gerçektir. Bu noktada asıl önemli olan, insanın içselleştirme sürecini başarabilmesidir. “İyi insan”ı tarif eden harika bir söz var: “İyi insan; kalbinden kötülük geçirmeyen, saf insan değildir. İyi insan; her şeyin farkında olup iyiliği tercih edendir.”
Bazı olgular, durumlar ve mekânlarda iyiliğe yönelen insan, bazı olgular, durumlar ve mekânlarda kötülüğe yönelebilir. Bazen iyilik sandığı bir davranış, bir eylem ya da bir durum, süreç içinde kötülüğe dönüşebilir. O halde, insanın kendini tanıyabilmesi; diğer insanları anlayabilmesi için önce kendi içindeki karanlıkları fark etmesi ve o karanlıkla yüzleşmesi gerekir.
Bu konuda psikoloji kadar gotik edebiyat da insana yepyeni farkındalıklar kazandırabilir. Pek çok ruhbilimciye göre rüyaların, hayallerin ve yaratıcılığın ana kaynağı bilinçaltıdır. Sanatçı, bilinçaltındaki gölgelerden, gecelerden sızan korkulu düşleri gün yüzüne çıkarır ve onları dönüştürerek sanatın özgün ve sınırsız evrenini oluşturur. Yaratmak, sanatçının kendi içsel karanlığı ve gizemiyle yüzleşmesi; kendi özünün ışığını fark etmesidir. Gotik edebiyat; gizemli karanlık mekânlarda, kötülüğün, korkunun dipsiz kuyularında insanın iç aydınlığını, ayın yansımasının güzelliği dolayımında görmemizi, düşünmemizi sağlar. Gotik edebiyat metinleri bir bakıma, karanlığıyla yüzleşen insanı arınmaya ve iyiliğe yönlendirir.
Emel Kayın, ilk kitabı Mekân Hikâyeleri’nde kısa öykünün deneyselliği, dil, kurgu ve anlatım olanakları çerçevesinde, insanın korkularını ve o korkuları var eden, korku mekânlarını odağa alıyordu. İnsan ruhunu ve içindeki karanlık labirentleri bir mekân olarak gösteriyor; korkunun oluştuğu dış ve iç mekânlara odaklanıyordu. Derin bir psikoloji ve felsefe, öykülere eşlik ediyordu. Bu öykülerde gotik unsurlar olmakla birlikte daha çok mekânlar ön planda yer alıyordu. Yazar, aradan geçen sekiz yıllık sürede yazdıklarını yeni kitabı İyilik ve Kötülük İçin Mekânlar’da topladı.
Kötülüğün karanlığı içinde bir yıldız gibi parlayan iyiliği; İyilik ve Kötülük İçin Mekânlar’da odağa alan Emel Kayın, mekânları iyilik ve kötülük dengelerinde yeniden şekillendiriyor kısa öykünün bir yelpaze gibi açılan anlamlandırma imkânları dâhilinde. Az sözcükle, suskuyla çoğalan anlamlar, öykü mekânları içinde derinlik kazanıyor. Öykü kişilerinin iyilik ve kötülük denklemleri de bu mekânlar üzerinde var oluyor. Mekân, öyküde oluşturandır; öykü kişileri mekânlarda oluşur, can kazanır ve soluk alırlar. Emel Kayın da kendi yaratım mekânı olan kalbinden seslenerek, harflere, yazıya döküyor öykülerini. O nedenle öykülerde “proje öykü” ya da “stratejik öykü”nün yapay tadı ve ruhsuzluğu görülmüyor.
Bu kitapta mekânlar, insanın kötülüğü ya da iyiliğini çoğaltan yapısıyla gotik edebiyat mekânlarına oldukça yakın duruyor. Kitap önce dar mekânlı öykülerle başlıyor; mekânlar giderek genişliyor ve daha akıcı bir uzama; yollara ve yeryüzüne açılıyor. İnsanın iyiliği ve kötülüğüne tanık oluyor mekânlar; insan davranışları buralarda oluşup şekilleniyor. Emel Kayın, mimarlık mesleğinden getirdiği deneyimlerini ve farklı bakış açılarını öykü mekânlarını oluştururken de titizlikle değerlendiriyor. Çoğumuzun göremediği ayrıntıları; farklı algılama biçimleri üzerinden gösteriyor.
Kitaptaki öykülerin tümünde insanın iyilik ve kötülük edimleri mekânlar içinde anlam kazanıyor. Yazar; mitolojiden, masallardan, efsanelerden, kadim zamanlardan ve hatta zamansızlıktan süzdüğü imgeleri bu mekânlar içinde değerlendiriyor; kısa öykünün olanakları içinde yepyeni bir bakış açısıyla var ediyor. Dünya kurulalı beri “sürekli iyilik” hali insanlık için imkânsız bir düş olsa da, öykünün imkânlarının çokluğunda düşler, umutlar gerçeğe dönüşebiliyor.
İyilik ve Kötülük İçin Mekânlar belirli bir iç düzene, iç kurguya sahip olmasıyla yönüyle de ilgi uyandırıyor. Yazarın yüreği nasıl ki onun yaratıcılık mekânıysa, yazdığı kitap da onun kendi iç dünyasından bir parça taşıyan, derinlikli ve incelikli bir mekândır bir bakıma.
Kitabın mekânlar açısından bölümlenmesi şu sırayla gerçekleşiyor: Önce kitabı özetleyen bir giriş öyküsü ve başlık: İyilik ve Kötülük İçin Mekânlar. Sonrasında Ev-Oda; Kent- Sokak; Hücre-Kuyu; Yol- Yeryüzü şeklinde genişliyor mekânlar. Öykülerin tümünde insanın içindeki karanlık ve aydınlığa; bunun nedenlerine; derinlerdeki karanlık labirentlerde oluşup görünen ruh hallerine; insan denen o karmaşık, çelişik ve çözümlenemez varlığa odaklanıyoruz.
Emel Kayın öyküde psikolojiden yararlanıyor; travmaların izlerini sürüyor. Ruhsal travmalarıyla baş edemeyen insanın karanlığa ve kötülüğe yönlenmesindeki dinamikleri gösteriyor ya da sezdiriyor. Aile içi nefret şiddet ve cinayet sarmalındaki gizleri keşfederken öykü kişilerinin kan dökmeye yönelen ruh karmaşasını derinden hissediyoruz. Ev-Oda’da dar mekânların içinde sıkışıp boğulan hayatları görme olanağı buluyoruz. Kentin doğasını, tarihini, belleğini, zaman katmanlarını yok eden bir adam için ev yapmak isteyen bir mimarın kötü, korkunç, sağlıksız, pis, tozlu, karanlık, iğrenç bir ev inşa etmeyi tasarlayarak ondan kent adına intikam almak istemesinin etkin anlatımları dikkati çekerken; o mimarın öykü sonuna doğru kendini de iyilik ve kötülük bağlamında sorgulaması etkileyici: “Belki de kötü olan sadece o değildi; ben de kötüydüm. En azından yeterince iyi olmadığımı itiraf etmeliydim; öyle ki onun kötülüğünü iyiliğe çevirmeyi denemeyi bir an olsun aklıma getirmemiştim bile.” (s.19) Elbette, Einstein’in dediği gibi, “Dünya kötülük yapanlar yüzünden değil, hiçbir şey yapmadan durup izleyenler yüzünden tehlikeli bir yerdir.”
İlk bölümün en etkileyici öykülerinden biri Kitaplar Evi. Yazar, bu öyküsünü kurgularken mitolojiden yararlanıyor; eski zamanların olaylarını anlatırken bir masal dünyası kurarak insanın hayattan kopuk sözcükler içinde yaşamasını; hayatın güzelliklerini sözcüklerin istilası yüzünden göremeyişini işliyor bu öyküsünde. Evi tümüyle kitaplara teslim ederek, kendisi de kitapların içine taşınan bir adamın sıra dışı öyküsü bu. Adam, “kitapların içine taşındığında kitaplar da onun içine taşınıyor.” Söz kalabalığı, söz kirliliği hayatı kirletiyor. Kitaplar yüzünden ufacık bir yaşam alanı kalmıyor adama. Ne de kedilerine, ne çiçeklerine, ne böceklerine… Kitaplar ve içindeki sözcükler hayatı inanılmaz derecede daraltıyor. Adamın, kitaplardan, gereksiz sözcüklerden kurtularak kendine ve çevresindeki canlılara yaşam alanı açmasıyla sona eriyor öykü. Her şeyin olabilirliğini ve yaşamın inanılmaz derecede muhteşem oluşunu görüyor adam; onun yanı sıra okur da görüyor bu gerçeği.
Emel Kayın, öykülerinde masal, mitos unsurlarına yer verdiği kadar Yedi Uyuyanlar; Âdem ile Havva, Habil ile Kabil gibi dini mitoslara da atıfta bulunuyor. Anonim masallarda geçen 3-7-9 rakamlarına çokça yer verdiği gibi, çocukken ilgiyle ve ürpererek dinlediğimiz kurt masallarına da yer veriyor; büyülü, Şamanistik bir atmosfer oluşturuyor.
Yazar, öykü yoluyla insanın kötülük ve iyiliğinin sınır taşlarını keşfe çıkıyor. Kadim zaman öğretilerinden, kadim zaman kıssalarından, zamansızlıkta çoğalan masallardan, masal evreninden yararlanıyor. Eski zamanların büyülü atmosferiyle günümüz dünyasının imgelerini ustaca buluşturuyor. Zaman geçişlerini doğallıkla gerçekleştiriyor. Cennet, Cehennem ve Araf içinde de yürütüyor bizleri. Ev’i bir Araf olarak nitelendiriyor; kadınla erkeğin ev-li-lik mekânı olan evi.
Emel Kayın, öykülerini feminist bir tutumla yazdığını sezdiriyor ayrıca. Adam, Kadın, Ev, Gece, Sabah öyküsünde kadın- erkek arasındaki ilişkide iletişimsizlik, ilgisizlik, sevgisizlik, aldatma /aldatma süreçlerini ev bağlamında masaya yatırıyor. Gece ve Yüzler’de bir kadın doktor ile o gece acil servise getirilen kocasından şiddet görmüş kadının öyküleri benzeşiyor ve birbiri üzerine katlanıyor. İki kadın, iki hayat, iki anne öyküde kesişirken evliliğe ve kadına geleneksel bakış sorgulanıyor; feodal yapıdan kaynaklanan eril şiddetin mazur görülmesinin “anne” ile aktarılmasına dikkat çekiliyor. Yazar, kadınların çaresizliğinin yanı sıra, hayatın ikiyüzlülüğünü ve bu ikiyüzlülüğe göz yummalarla geçiyor oluşunu göstererek bu gerçekle yüzleştiriyor bizleri. Şiddet, kötülük, tecavüz sarmalı ev mekânı bağlamında ifade ediliyor. Yatalak, yaşlı kadınların terk edilmesi ve kötü bakıcıların elinde kalması nedeniyle hem evin, hem de bu şekildeki yedi bin ev yüzünden kentin evlerinin kokmasına ve bu çürümenin ahlaki boyutlarına dikkat çekiliyor.
Kent-Sokak bölümünde karanlığın içinde saklanan hakikati duyamayan; kör kentteki sağırlaşmış adamın hikâyesi ilgi uyandırıyor. Fillerin Gecesi olağanüstü ürpertici, yeni zamanların içinden kadim zamanların çıktığı müthiş bir öykü… Ya da kadim zamanların ve öğretilerin modern zamanlara sızmasıyla gerçekleşen yıkımlarda, taş duvarlar, saraylar, kuleler, zindanların paramparça halleri… Kentin bulunduğu yerde bin yıllar öncesinde var olan ve içinde fillerin yaşadığı yitik ormanın intikamının filler tarafından alınmasının dile getirildiği öyküde ölü filler ve yıkık duvarlardan oluşan destansı bir tepenin varlığı insan ruhunda geçmişe dair pencereler açıyor. Kurt Postundan Bir Düş de güncelden kadim zamanlara gidip gelen masalsı bir metin. Karlı, uzun, kış gecelerinde, sıcak şöminenin harlı ateşiyle ısınan odalarda anlatılan kurt masallarını hatırlatan bu öyküde, doğduğundan beri annesini hiç görmemiş olan küçük bir çocuğun, dinlediği masalın ardına düşmesi, o masalın içine girme çabası anlatılıyor. Karlı, soğuk, ıssız gecede evden çıkıp kurdun ardına düşen çocuğun tanıklıkları dile getirilirken düşle gerçek iç içe geçiyor; çocuğun gördüğü rüya, masalın içine sızıyor adeta. Bu öyküde gölge arketipi başarıyla işleniyor; çok eski efsanelerde, kadim anlatılarda karşılaştığımız, “kurdun koruduğu çocuk” imgesi bu öyküde sürpriz bir final bağlamında yer alıyor. Emel Kayın’ın kitabındaki öykülerin çoğu, arketipsel açıdan da odağa alınabilecek nitelikte.
Kent insanlarının yüzlerindeki su geçirmez maskeler taşımaları, iletişimsizlikleri, yalnızlık ve yabancılaşmış durumu var başka öykülerde. Karanlık kent sokaklarında ölenin, öldürenin bilgisinin karanlıkta kaldığı; ölenin ve öldürenin bir ucubeye dönüştüğü; katille maktulün birbirinin içinde var olduğu, inanılmaz öyküler de var bu bölümde.
Hücre- Kuyu bölümü, ışığın, sesin, hayatın, zamanın, ölümün bile olmadığı bir hücre imgesiyle başlıyor. Adeta sonsuza uzanan bir işkence var burada. Öteki Yüz’de insanın derinindeki karanlıklara, insanın karanlık yüzünün kendi içinde oluşuna; hepimizin içinde var olan karanlık ve kötülüğe dikkat çekiliyor. Paslı Ay da kadim zamanlar anlatılarına dokunan, eskilere gidip gelen bir öykü. Ay, paslı bıçak, kan, kan gölü gibi imgelerle kötülük, savaş ve cinayetlerin çok eski zamanlardan bu yana var olması gerçeği vurgulanıyor. Ay, o kadim zamanların, mitosların solgun ışıklı tanığı. Gölge ve ışıkların zamanda sessiz yolculuğu… Kör kuyu, ay ışığı, kan gölü, paslı bıçak öykünün imge dünyasını oluşturuyor. Bitmeyen savaşlar, bitmeyen kötülükler ve ayın bu vahşete tanıklığı… İnsan her şeyi, tüm dünyayı yüzyıllar boyunca şiddet, zulüm, savaş ve kanla kirletti ve ne yazık ki kirletmeye devam ediyor.
Küpkuyu öyküsü oldukça sıra dışı bir imgenin etrafında oluşuyor. Ne küp ne de kuyu olan “küpkuyu”, yüz yıldan beri duvarın kıyısında duran, derin, suskun bir nesne olarak, içinde yaşattığı kırgınlığı sessiz fısıltılarla dillendirir. Anlarız ki kesilip yok edilen zeytin ağaçlarının çığlığı saklıdır “küpkuyu”da. Ayrıca insanın kafasının içindeki kuyu var kitaptaki başka bir öyküde. Kafamızın içinde dipsiz bir kuyu; düşünce ve sorgulama kuyusu…
Yol- Yeryüzü bölümündeki Adila Sen Neden Ağlıyorsun öyküsünde savaşlar ve göçlerle yeryüzüne dağılan insanların trajedisi yer alıyor; geçmişte ve şimdi hiç adil olmayan bu hayatın içinde… “Kan ezeliydi; acı ebedi. Durdurmak ve dindirmek, ezelde ve ebediyen imkânsız.” cümlesiyle biten bir öyküde, barış, sevgi ve iyiliğin imkânsız bir çaba oluşunu duyumsuyoruz. “Acılardan daha büyük bir yer yoktur Bir tek evren var, o da kanayan bir evren.” diyen Pablo Neruda’nın çığlığını işitiyoruz sanki…
Çok eskilerden bu yana insanın iyilik ve kötülüğe yönelimi olgusunu ruhsal ve düşünsel bir derinlikle işlediği öykülerde, Emel Kayın, tarihin, mitosların, mekânların, ayın, gecenin, gündüzün tanıklığını vurguluyor. Daimi iyiliğin imkânsız mekânını bir ütopya gibi kurgulamaya gayret ediyor.
Bütün bu derinlikler, sadece kurgunun değil, dilin ve anlatımın olanakları içinde gerçekleşiyor. Az konuşan, dile susku katarak uzun uzun düşündüren bu kısa öykü metinlerinde, dil açısından da özgün bir iç düzen var. Bu düzeni; sözcüklerin diziliminde, sıralanmasında, alt alta ve yan yana getirilmesinde, cümle içinde birtakım ilgiler kurularak oluşturulmasında; sözcük ve cümlelerin birbirleriyle sözel ya da anlamsal bağlantılarının kurulmasındaki aritmetik ve geometrik yapıda duyumsamaktayız. Emel Kayın öyküleri, şiirsel olduğu kadar da matematiksel… Türkçe’nin matematiksel bir dil olduğunu söyleyen bazı dilbilimcileri doğrularcasına dilin matematiğini, denklemler ve eşitlikler üzerinden yeniden kurguluyor metin içinde. Karşıt kavramların diziliminde aynı matematiksel dikkati göstererek çelişik mantığın diyalektiğini de duyumsatıyor bizlere. Daha ilk öyküden itibaren, birbirini tersinleyen ifadelerle yola çıkarak, çelişkilerin birliğine ve onların diyalektik bütünselliğine ulaşıyor.
Kitabın kapağında yer alan ve Emel Kayın tarafından, uzak bir ülkede çekilen fotoğrafın, insansız bir mekânı içermesi dikkati çekiyor. Güzellikler ve yemyeşil bir doğa var; ama insan yok o fotoğrafta. Sanki bir cennet tasviri; ama insansız bir cennet… Orada sadece doğa yer alıyor; ne iyilik var ne de kötülük… Sadece var olan, tüm ve yekpare bir hayat… Fotoğrafın çağrışımlarından hareket ederek, Huxley’in bir sözüyle yazımı sonlandırmak istiyorum: “Belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir.”
Hülya Soyşekerci – edebiyathaber.net (6 Ocak 2017)