Umut üzerine belki normale göre daha çok düşündüğümüz bir dönemden geçiyoruz, en azından kendi açımdan düşündüğümde evet umut ve umutsuzluk üzerine daha çok düşünüyorum. Umut üzerine yazılanlar genellikle ya fazla kötümser ya da fazla iyimser. Oysa umut belki de ikisinin birleştiği bir yerde duruyor. Çünkü dünyanın ve insan türünün genel durumuna baktığımızda ne tam anlamıyla her şey iyiye gidiyor umutlu olalım denilebilir ne de her şey mutlak bir kötümserlikle açıklanabilir. Bu nedenle umut ne sonuna kadar iyimserlikle ne de sonuna kadar kötümserlikle ilişkilenebilecek bir kelime belki de. Bunlar üzerine düşünürken geçtiğimiz günlerde Ayrıntı Yayınları, Emine Ayhan çevirisiyle, Terry Eagleton’ın “İyimser Olmayan Umut” kitabını bastı. Eagleton kitapta umut üzerine, edebiyat, felsefe ve dini metinleri de işin içine katarak derinlikli bir tartışma sunuyor.
“İyimser Olmayan Umut” kitabının beni yakalayan tarafı boş umut, dolu umut, kesinlikli iyimserlik veya tersi üzerine ayrımlar geliştirmesi ve iyimser olmayan bir umut sunarken, kesinlikli bir kötümserliğe de götürmemesi oldu. Yazar iyimserlik ve umutsuzluk üzerine düşünürken, oldukça iyi tespitler yapıyor bence, örneğin ona göre; iyimserler değişim için lüzum görmezler ve muhafazakârdırlar çünkü iyi bir geleceğe duydukları inanç, şimdinin özünde iyi olduğuna dair duydukları güvenden kaynaklanır. Bu nedenle de iyimserlik daha çok hâkim sınıfların ideolojilerinin tipik bir unsurudur. Hükümetler yurttaşlarını korkunç bir felaketin pusuda beklediğine inanmaya teşvik etmezler çünkü neşeli bir yurttaşlığın alternatifi siyasi hoşnutsuzluk doğurur. Böyle olduğu çok aşikardır bize her şeyin günlük güneşlik olduğu lanse edilir özellikle iktidarda olanlar ve takipçileri tarafından çünkü gücün devamlılığı iyimserliğin yaygın olmasına bağlıdır. Oysa Eagleton’ın sözünü ettiği gibi; umutsuzluk daha radikal bir tutum olabilir. Çünkü bizi içinde olduğumuz durumun dönüştürülmesi gerektiğine ikna eder. Umutsuzluk eleştirel bakmamızı sağlar bu bakış, içinde bulunulan durumu gerçekçi olarak tahlil etmemize sebep olur ve böylece koşullar karşı daha isyankâr bir tavır geliştirebiliriz.
Toplumların kriz dönemlerinde edebiyatın da iyimserlik tavrı takınarak statükoyu destekleyici bir yanı olabileceğine dikkat çekiyor Eagleton. Bu konuda Geç Viktorya Dönemi’ni örnek gösteren yazar, bu zamanda neredeyse hiç trajik romana rastlanmamasını ilginç buluyor. Edebiyat metinleri üzerinden konuya açıklık getirirken bu durumun sebebinin bu çağda sanatın asli amaçlarından birisinin “ahlâki terbiye” olmasının bununla ilişkili olabileceğine gönderme yapıyor ve şöyle söylüyor; “Freud’un genel anlamda fantezi için savunduğu gibi, kurmacanın amacı, tatmin edicilikten uzak bir gerçekliğin hatalı yanlarını düzeltmekti. İngiliz romanı sadece sosyal statü, itibar veya toplumsal düzene gösterdiği itibarla değil, iyimser sonlar konusundaki bu ödün vermez ısrarıyla da statükoyu destekledi.” Bu anlamda Eagleton edebiyat metinlerinin toplumun içerisinde bulunduğu olumsuz durumların yanılsamasına neden olabileceğine ve sonu gerçekte öyle olmadığı hâlde umuda çıkan iyimser anlatıların yaşamın hatalı yanlarını düzelterek, ahlaki terbiyeye veya statükonun desteklenmesine sebep olabileceğini düşünüyor. Bu kesin olmamakla birlikte doğru bir tespit olabilir bence de ancak gerçekliğin ötesine geçmiş umut vaat eden her anlatının böyle bir misyonu olabileceğini de göstermez elbette. Sanırım burada dikkat edilmesi gereken metnin yazıldığı dönemle ilişkisi örneğin; bulunduğunuz yerde bir savaş sürüyorken veya ekonomik krizin olduğu, her türlü eşitsizliğin tırmandığı, hukukun askıya alındığı bir ortamda yazdığınız günlük güneşlik bir metin, daha önce sözünü de ettiğimiz egemenlerin iyimserlik söylemine hizmet edebilir.
Umut kelimesinin ilişkili olduğu bir alan da kuşkusuz zaman. Kelime üzerine düşündüğümüzde geleceğe atıf yapan bir anlamdan da söz edebiliriz. Sanırım bu nedenle ilerleme fikrini kabul edenler için gelecek umut demektir. Çünkü insan iyiye gidecektir, zaman umuda doğru düz bir çizgide ilerleyecektir. Geçmişte yaşananlar orada kalacak ve gelecek güzel günlere çıkılacaktır. Peki böyle mi olacak? Eagleton bu konuyu Matt Ridley’nin “Akılcı İyimser” kitabı üzerinden eleştirel bir dil ile tartışıyor. Ridley bu kitabında ilerlemeye ve insan türüne genel olarak olumlu ve “iyimser” bir şekilde yaklaşıyor. Eagleton, Ridley’nin çelişkilerini ortaya koyuyor. Çünkü Ridley, Eagleton’ın deyimiyle; “nükleer silahların soğuk savaş sırasında gerçek bir tehlike arz ettiğini ve nükleer savaş tehlikesinin halen ortadan kalkmadığını kabul etse de dediğine göre, çok miktarda nükleer silah imha edilmiştir ve kitap genel olarak bu konuda yaygara koparmaya artık bir son verebileceğimiz izlenimini uyandırır.” Ridley’nin ilerleme sevdası bu açıdan “makul iyimser” ve kör bir bakış sunar. Çünkü yazarın bakışına göre ilerleme pek çok şey getirmiş olsa da insanın tarihi hayra yorulacak bir tarih değildir. Yazarın şu örneği bu konuda oldukça açıklayıcı bana göre; “Afrikalı çocuklar yirmi otuz yıl içinde tombul yanaklı çocuklara dönüşecektir belki ama çoktan ölüp gitmiş olanların kaderi değiştirilemez.” Çünkü ölmüş olanın kurtuluşu mümkün değildir. Ridley geçmişi görmezden gelir ve gelecek “pembe” günlere dair bir ideal çizer. Bu da şimdinin ve geçmişin yükünü, geleceğine inanılan günlere hapsederek, bir yanılsama yaratır benim fikrimce. Eagleton, bu konuyu tartışırken Marksist ilerleme fikrine de değiniyor ama Marks’ın bakışının daha incelikli olduğunu çünkü ona göre ilerlemenin iyi yanlarının yanı sıra yaşayanların üzerine çöken bir kâbus olduğunun da farkında olduğunu ekliyor.
Eagleton umut konusunda genel olarak sol politikaların bakışına da eleştirel yaklaşıyor. Ona göre; “evrensel kurtuluşa inanması beklenecek biri bile ütopyacı umuda şüpheyle yaklaşabilirken, sol politika gelecek hakkında fazla atıp tutmakla avuntu bulmaktadır.” Bu bir bakıma katılmamız gereken bir düşünce solun geleceğe dönük sloganları gerçek yaşamda karşılık bulmuyor. Kendi coğrafyamızdan örnek verecek olursak, çok sık duyduğumuz “umutsuzluk yasak”, “hesabını soracağız” gibi söyleme dönüşmüş sloganlar maalesef yaşanan gerçeklerle uyuşmuyor. Bana kalırsa ne kadar umutsuz durumda olunduğunu idrak etmek, daha etkili bir yöntem olabilir. Kitapta Benjamin’den alıntılanan bir cümle bence tam da buna işaret ediyor; “politik değişimin olmazsa olmaz koşulu iyimserliğin reddidir.” Öyledir çünkü iyimserlik bizi edilgenliğe götürür. İçinde bulunduğumuz durumun vahametini görmemizi engeller.
Eagleton’ın “İyimser Olmayan Umut” kitabı bana kalırsa zamanlama olarak oldukça iyi bir dönemde basıldı. Umut üzerine konuşmaya ona felsefi ve edebi açıdan yaklaşmaya ihtiyacımız var. Ben kitaptan kendi yakalayabildiklerim üzerinden bir okuma yapmaya çalıştım ancak çok daha ayrıntılı bir şekilde uzunca tartışılabilecek bir metin olduğunu eklemem gerek.
Emek Erez – edebiyathaber.net (16 Ocak 2017)