Jale Parla’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan “Edebiyat Yazıları” kitabı, yazarın son 40 yıla yayılan makalelerinden, basılmamış konferans ve panel konuşmalarından derlenmiş nitelikli bir seçki. İlk bölüm kuramsal yazılardan, ikinci bölüm ise incelemelerden oluşuyor. Medyascope‘un haberine göre; Jale Parla, edebiyatseverler ve edebiyat öğrencileri için birçok konuda pusula niteliğindeki son kitabının genel başlıklarını Mikroscope Yayın Yönetmeni Müge İplikçi’ye anlattı.
“Don Kişot’tan Bugüne Roman“, biz okurlar için bir başucu kitabıdır. Bu yeni kitabınızda da bu romana sık sık atıfta bulunuyorsunuz. Bu noktada ilk etapta Cervantes’in roman algımıza kattıklarını nasıl değerlendirdiğinizi sormak istiyorum. Bir arayıştan söz ederken, “Bu arayışın sonunda tam anlamıyla ilk roman ortaya çıkmamışsa da romana giden yol açılmıştır”, diyorsunuz. Bu açılan yolun, o güne kadarki kanondan temel farklılıkları neydi ve bugüne nasıl yansıdı?
Sizin deyişinizle Cervantes’in “roman algımıza kattıkları”nın başında unutulmaz Don Kişot kişileştirmesi gelir diyebilirim. Ondan sonra da Sanço Panza ve Dulcinea. Bu üçlü yalnızca yazarların ve edebiyat eleştirmenlerinin değil, sade okurun da ilgisine hitap edebilmiş, hafızasında yer etmiş kişileştirmelerdir. O kadar ki, aradan geçen yüzyıllarda herkes kendi Don Kişot’unu yaratmıştır. Çok yönlü bir karakterdir Don Kişot. İnatçı, bilgili, idealist, sakar, cesur, deli, ödünsüz, âşık, merhametli hem eşitlikçi hem hiyerarşiye meraklı hem demokrat hem otokrat, hem sevecen hem saldırgan, ama her zaman kendine özgü, her zaman orijinal, her zaman biricik. Böyle bir karakteri ilginç kılmak, okuru onunla özdeşleştirmek az buz bir ustalık değil. Cervantes’in bu karakteri resmetmekte, onu yaşamın çeşitli durumlarıyla sınamakta gösterdiği ustalık sayesinde her okur Don Kişot’ta kendinden bir şeyler bulabilmiş olsa gerek.
Eğer arketipçi eleştiriye yönelirsek, Don Kişot insan arketipi sayılabilir. Öyle genellikle bilindiği gibi alelade bir deli de değildir zaten. Maceralarından birinde Dük ve Düşes ona bir eşek şakası yaparlar ve Sanço’yla birlikte bindirdikleri bir tahta atı alttan barutla ateşleyerek, toz duman içinde bırakıp onları uzaya gittiklerine inandırmaya çalışırlar. Orada ne gördükleri sorulduğunda Sanço, inanılmaz bir hikâye uydurur. Daha sonra bir başka macerada Sanço Don Kişot’un her zamanki fantastik açıklamalarına inanmayınca, Don Kişot ona döner ve şöyle der: “Sanço, dostum, ben senin uzayda gördüklerini anlattığın hikâyene inanacaksam, sen de buna inanacaksın.”
Yani pazarlık. Yaşamımız boyunca, farkında olalım, olmayalım, yaptığımız pazarlıkların ne denli yer tuttuğunu düşündürür bu episode bize. Gündelik, pratik pazarlıklardan, varoluşsal pazarlıklara kadar, kendimizle, başkalarıyla yaptığımız pazarlıkları hatırlatır.
Ama bu yapıt bu kadarla kalmamış. Edebiyat tarihinde ve yazın tekniğinde de bir dönemeci gerçekleştirebilmiş. Yazılışına kadar kullanılan diğer edebiyat türlerinin ve bu türlerde yazılan eserlerin gerçeklikle ilişkisinin koptuğunu, yaşamı temsil edemediğini ve yeni bir temsil yolu bulmak gerektiğini iletmiştir. Bu yönüyle sade okurdan çok, edebiyat tarihçilerinin ve edebiyat inceleyenlerin ilgisini çekmiştir. Yani daha akademik bir ilgiye hitap etmiştir. Bu yönüyle de yeni bir türe gereksinim olduğunu kanıtlayarak romanın yolunu açmıştır.
Uzun yıllar Karşılaştırmalı Edebiyat ile haşır neşir bir akademisyen olarak romanın genel geçer varlığı (oluşma süreci, yaşadığı çelişkiler, savrulmaları vb.) ile bizim toprakların romanını karşılaştırmak temel çıkış noktalarınızdan biri miydi? Seçkiye baktığımda bunun ipuçlarını görüyorum. Buluşmalara değer veren (“Karşılaştırmalı Edebiyat: Tartışmalar” adlı makalenizi burada hatırlayalım) bir akademisyen olarak, tam da burada, temel benzerlikler ve farklılıklar açısından neler düşündüğünüzü merak ediyorum…Elbette “Babalar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri“ne referans verdiğimi de söyleyebilirim.
Karşılaştırmalı Edebiyat alanında doktoramı tamamladığım 1978 yılında, uzmanlık alanlarım İngiliz, Fransız ve Alman edebiyatları olduğu için Türk Edebiyatı’na ilişkin bir çalışma yapmak aklımda değildi. O yıllarda Berna Moran’ın “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış” adlı üç ciltlik çalışmasının birinci cildi yayımlandı. Bu kitaba hayran kaldım. Özellikle de “Alafranga Züppeden Alafranga Haine” adlı bölüm tam bir karşılaştırmalı edebiyat çalışmasıydı. O zaman kendi dilimde yazılmış edebiyatı çalışma alanlarıma ekleyebileceğim hevesi doğdu içimde. Ama bu şiir olamazdı. Türkoloji eğitimi almadan, şiirin asırlara dayanan geleneğini bilmeden bu alanda söz söylemek olmazdı. Ama roman (her ne kadar onun da dayandığı bir yerel hikâye ve düzyazı geleneği olsa da) modern bir türdü. Böylece Türkiye’de romanın çıkışını incelemek cesaretini buldum.
O yıllarda romanın çıkışı konusunda en yaygınlıkla kabul edilen teori Ian Watt’ın İngiliz romanı örnekleriyle geliştirdiği “The Rise of the Novel” teorisiydi. Benim çıkış noktamı da bu kitap ve Georg Lukacs’ın “Theory of the Novel” kitapları oluşturdu. İzleyen yıllarda, özellikle post-kolonyal çalışmaların ışığında, bir türü böyle belirli bir kültüre ilişkin teoriyle değerlendirmenin çok da sağlam bir yaklaşım olmadığı ileri sürüldü. Bu haklı bir itirazdı. Ne var ki, ben ilk romanlarımızı okurken, olabildiğince bu romanların ilham ettiği sorulara yanıt aradım. Okumalarımı romanların ait olduğu kültürel alanı anlamaya çalışarak yaptım. Bugün “Babalar ve Oğullar”ı yeniden yazsan ne kadarını değiştirirdin, diye sorsanız, giriş bölümündeki bir iki genellemenin dışında, tek tek romanları okuduğum yerleri değiştirmezdim, diye cevap veririm.
Sibel Irzık ile birlikte yazdığınız “Kadınlar Dile Düşünce” kitabınızda kadınlık, kadının kalemi ile kendini var etmesi vb. konular üzerine bizleri bambaşka yerlere taşımıştınız. Bu kitabınızda da kadın edebiyatı üzerine kaleme aldığınız çok sayıda yazı mevcut. Türkiye ve dünyadaki kadın kaleminin varlığını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yakın gelecekte bu edebiyatın okuru ve dünyayı nasıl etkileyebileceğine inanıyorsunuz?
1980’lerle başlayarak, Türkiye’de feminist hareket teorik, tarihsel ve kültürel boyutlarıyla yavaş fakat istikrarlı bir biçimde yazın dünyasının merkezine yerleşti. Yayınlar, paneller, sempozyumlar, konferanslarla desteklenen bu hareket, yurt içindeki yoğunluğunun hak ettiği görünürlüğü yurt dışında sağlayamadı. Bunun bir nedeninin, o günden bugüne, muhalif her eylemi tehdit eden siyasi baskıların, feminist eylemlerin de önünü kesmesi olabilir. Aksu Bora’nın “Feminizm Kendi Arasında” başlığıyla topladığı yazıları, Türkiye’de feminizmin bu kendi arasına sıkışmışlığına gönderme yapar. Buna rağmen, merkeze kadını alan yazı ve yayınların sürdüğünü izlemek bana umut ve heyecan verdi.
Ben kadın yazarları okurken onların yapıtlarına feminist kuramın şablonlarıyla yaklaşmam. Onları merakla ve severek incelerim. Önceliğim o yazarların çağrılarına uymaya özen göstermek ve kılavuzluklarını benimseyerek okumak olmuştur. Ama arka planda elbette feminist paradigmalar durur. Yeri geldikçe o paradigmalardan bildiklerimi kullanır, bilmediklerimi araştırır, öğrenirim. Bu aşamada en çok da Türkiye’de yapılan çalışmaların ufkumu açtığını söylemeliyim.
Şunu da ekleyeyim. Kendimi feminist addederim. Feminizm gerek yaratıcı yazında gerekse akademide yükselen bir çalışma alanı. Siyaseten temsil edildikleri coğrafyalarda da temsil edilemediklerinde de kadınların söyleyecek çok sözü, eyleyecek çok işi var. Kadınlar sözleri ve eylemleriyle dünyaya yön verebildiklerinde bu gezegenin yaşamaya değer bir yer olacağına inananlardanım.
Sibel Irzık’ın “Kadın Olarak Okumak” makalesine referans verdiğiniz bir yazınızda (Kadınların Destanı Olur mu?) Irzık’ın “hiçbir kuramsal kavramdan saflık bekleyemeyiz” cümlesini feminist kuramın “edimselliği” ve edebiyat arasında çok ince bir noktada tartışmaya açıyorsunuz. Bence çok önemli bir nokta… Günümüzde kadın edebiyatçılarımızın (kendimi de katarak sorduğuma emin olabilirsiniz) feminizm tarafından (da) o ya da bu şekilde “sınırlandırılmış olma” ihtimali var mı sizce? Kısacası metni, yer yer de olsa manifestoya kaptırmak ve bu alanda bile, bir tür “uzlaşmaya” gitmek söz konusu mu?
Gerçekten de bu, biz eleştirmenlerin yanıtlayabileceği bir soru değil. Bir kadın yazar olarak sizin ve kendini feminist diye tanımlayan erkek yazarların karşısına dikilen çok önemli bir soru. Ben kendi hesabıma şunu söyleyebilirim (bir feminist olarak). Her inanç sistemi kısıtlama içerir. Heyecanlandırıcı olan bu kısıtlamaların bir kez farkına vardıktan sonra onları cesaretle aşmanın yollarını bulmak olmalı.
Seçkide Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk üzerine de yazılarınız mevcut. Onun edebiyatının Türk Edebiyatı kanonuna neler kattığını düşünüyorsunuz? Gelenek ve yenilik arasında nasıl bir gerilimin arasında duruyor Pamuk ve yazdıkları? Edebiyatımıza neler katmıştır?
Orhan Pamuk hakkında epeyce yazdım. Sonradan bu yazdıklarımı bir kitapta topladım. Başka böyle tek bir yazar hakkında bir kitabım yok. Bana sıkça yöneltilen bir soru, bu bir ayrıcalıksa eğer, bu ayrıcalığın nedeniydi. Nedeni olarak şunu söyledim: Çok dikkat çekti, çok tartışıldı Orhan Pamuk ve bu tartışmalar beni kışkırttı. Aynı zamanda çok da iyi bir yazar. Ama elbette başka birçok iyi yazarımız var. Pamuk’un Türk roman kanonuna yaptığı katkıya gelince, en başta bireysel arayış kurgu ve temasını öne çıkarmasıdır, diyebilirim. Görece kolektif eksenlerde ilerleyen romanlarımıza kıyasla, Pamuk’un romanları son derece bireysel eksenlerde yükselir. Bu, onu izleyen romancılara da ilham verdi sanıyorum. İkincisi ise, her romanında bir dünya, bir kapsayıcı coğrafya kurabilmesidir. Bu özelliğiyle Pamuk’un romanları 19. yüzyılın Stendhal, Balzac, Dostoyevski gibi bir dünya yaratabilmiş romancılarının devamıdır. Üçüncü nedeni, Pamuk romanlarının her zaman bu kültüre ait temel bir gerilimden beslenmiş olmalarıdır; doğu-batı, yerel-evrensel, suç-kefaret gibi.
Günümüz edebiyatçısının değişen dünyada disiplinlerarası yolculuğu sizce nereye varacak? Sadece yazarla kalsa iyi… Kültür tüketimi ağının eleştirmen ve edebiyat tarihçisini bekleyen dezavantajları neler? Bu dezavantajlar avantaj hanesine nasıl çekilebilir ya da dönüştürülebilir?
Bu zor bir soru. Topu gene siz yazarlara atacağım. Bir de tabii bu soruyla cansiperane uğraşan Franco Moretti gibi, edebiyat tarihi bilgi ve duyarlılığı çok yüksek eleştirmenlerin kitaplarına.
Don Kişot’la başladım. Onunla sona doğru yaklaşayım. Bize bu kez Sanço Panza’dan bahsediyorsunuz. Onun “sınır gökyüzüdür” cümlesinden… Bunu iyi edebiyatın ulusal dili zenginleştirdiği cümlesiyle destekliyor ve diyorsunuz ki, Shakespeare’in İngilizceye kattığı 2000 sözcük ve deyimden hep bahsederiz de Cervantes’in Don Kişot aracılığıyla Batı dillerine kattığı deyimler ve sözcüklere sıra gelmez… Bu cümleler Mehmet Uzun ve edebiyatı için yazılmış bir makaleden. Türkçe’nin dil reformuyla gelen kapalı yapısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkçe’nin dil reformuyla gelen, sizin deyişinizle “kapalı yapısı”nın hiç kimseye bir yararı olmadı. Dillerle böyle “reformist” iddialarla oynamak boşuna olduğu kadar, zaman kaybettirici ve bu yüzden de zararlı siyasi uygulamalardır. Birkaç on yıldır o kapalı yapının açıldığını biliyoruz. Bu sefer de aradaki kesinti yüzünden, özellikle de otuz yaşın üstündeki kuşakların hatalı kullanımları dikkatimi çekiyor. Çünkü onlar eski sözcük ve deyimleri evde duymadılar. (Onlar bizim çocuklarımız ve bizim kuşak, şimdi 60-80 yaş arasındaki, öz Türkçeciydik!) Sanırım okuyarak edindiler. Telâffuz hataları bir yana (bunun nedeni uzatma ve inceltme işaretlerinin kalkması), televizyon haber ve tartışmalarında yapılan sentaks hataları da çok kulağımı tırmalıyor. Dil öylesine yaşayan bir varlıktır ki, o yaşama karışanlardan intikamını mutlaka alır.
Bu anlamda, edebiyatımızın uluslararası arenada verdiği sınavı nasıl değerlendirdiğinizi de merak ediyorum.
Uluslararası arenada gerek Türk edebiyatı gerekse karşılaştırmalı edebiyat alanında çalışan, önemli dergilerdeki yayınlarıyla dikkat çekmiş pek çok edebiyatçımız var. Yazarlarımıza gelince, onlar da takip edebildiğim kadarıyla, birçok doğu ve batı diline çevriliyorlar. Tabii bu konuda konuşabilmem için bu alanı daha iyi izlemiş olmam gerekiyor ki, yeterince izleyebildiğim kanısında değilim. Ama olumlu bir izlenime sahibim.
Sevgili hocam, bu kitabı ve kırk yıllık yoğun deneyiminizi düşündüğünüzde, hayıflandığınız ya da iyi ki yapmışım dediğiniz şeyler vardır mutlaka. Onlar neler? Sonuçta edebiyata adanmış bir ömür bu… Birkaç tanesini paylaşabilir misiniz? 40 yıl önceki Jale Parla’ya neler söylemek isterdiniz?
Tam 50 yıl önce ilk asistan, sonra öğretim üyesi olarak sınıflara girmeye başladığımdan bugüne en zevk aldığım şey ders vermekti. Derslerime her zaman çok zaman harcayarak hazırlandım. Ben, “ya yayın yap ya yok ol” (publish or perish) dayatması daha yokken akademik yaşamıma başlayabildiğim için kendimi çok şanslı sayarım. Kariyerimin ortalarına doğru bu akım önemli olmaya başladı; sonunda en öne geçti. Ben hiçbir zaman bu akıma kendimi kaptırmadım. En önemli şey ders vermekti benim için. Sonra aile ve sosyal hayatım geldi. Kitap yazmak bana daha anlamlı geldiği için ancak istenildiği zaman makale yazdım. O da eğer önerilen konu ilgimi çektiyse. Bugün genç meslektaşlarıma, istenmeden sunduğum makale sayısının yalnızca iki olduğuna inanmak zor gelecektir. Bütün bunlara rağmen akademik konferanslara katılımda biraz daha aktif olmak, akademik çevrelerle daha aktif alışverişe girmek isterdim. Bunu yapmayışımın nedeni bir miktar olanaksızlık, ama daha çok tembellik. 40 yıl önceki Jale Parla’ya bu konuda biraz sitem edebilirim.
Mikroscope’un 28. sayısı yayında.
Kaynak: Medyascope (25 Ekim 2023)