Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Jale Sancak’ın Belki Yarın’ı ağırlıklı olarak “öteki”ne dair yaşanmışlıkların anlatıldığı bir kitap… Yazar, satırların arasına gizli bir şiirsellik, acıyı bal eyleyen bir dil ve ustalıklı bir kurgu ile sunuyor, okuruna “hikâyesini”… Yazarın “öteki” olarak nitelendirdiği, “parya sayılanlar, merkezden kovulmuşlar, mahrum bırakılmışlar, mülteciler, azınlık olarak adlandırılan ve zulme uğrayanlar.”… Jale Sancak’la Hep Kitap’tan çıkan son öykü kitabı Belki Yarın’a dair söyleştik.
Yıllardır öyküyle –ve benzeri alanlarla– içli dışlısınız. Biz biliyoruz ki yazmaya şiirle başladınız. Şiirden öyküye geçişiniz nasıl oldu? “Bir öykü yazılırken kâğıda düşen sevinç değil, çoğunca çözümsüzlük, çıkışsızlık.” diyorsunuz çünkü.
Birdenbire. Çok uzun zaman geçti, neredeyse otuz yıl. Hatırımda kalan şu, o günlerde beni hayli etkileyen bir karşılaşmayı, düzyazıyla aktarmanın daha iyi sonuç vereceği kanısına varmam. Öyküyle yolculuğumuz böyle başladı. Ne var ki şiir yazmayı sürdürüyor olsaydım da, kurduğum cümle değişmeyecek, sadece öykü sözcüğünün yerini şiir alacak, anlatılan durum, o durumun uyandırdığı duygu aynı olacaktı. Çünkü orada belirtilen, yazmanın verdiği sıkıntı ile ilgili değil, tamamen öyküdeki durumla ilgili.
“Sıradan Hayatlar”da anlatıcının ağzından “Bu gece bir dil olsun öykü, sokaktaki küçük insanı, sıradanı anlatmaya koyulan. Şimdi gidip yatmalı, uyumaya çalışmalı. Sonrası yarın.” denmiş. Öykülerin geneline sinen bir “öteki” kavramı var Belki Yarın’da. Sizin için ne ifade ediyor “öteki” kavramı yazarken?
Herkes birbirine öteki neredeyse. Ötekilik çok çeşitlendi bu günlerde. Erk çok başarılı bu alanda. Bir öteki varsıllığı içindeyiz ki el-aman. Benim ‘Belki Yarın’ daki ötekilerim ise parya sayılanlar, merkezden kovulmuşlar, mahrum bırakılmışlar, mülteciler, azınlık olarak adlandırılan ve zulme uğrayanlar.
“Karşı Kıyı” öykünüzün kahramanı Dîdar “Biter mi savaş? Dünyanın kahrı? Geriye kalır mı bir şey?” diye soruyor ya… Okurken hem soruyoruz hem de cevaplıyoruz: “Şu dünyada çoktu insan. Birisi, birileri, birinden biri mutlaka elini uzatırdı, mümkündü, öyleydi, yoksa varabilirler miydi şu göğün rengine belenmiş ummana?” Yazar ve okurun “şahitliği” neye yarar ve nereye kadardır “insanlık” adına?
Sadece o meseleyi yazmak istemekle ilgili. Yazan yazdığını boşluğa bıraktığını, bıraktığının bir yere varamayacağını, pek az kişiye dokunabileceğini, boşunalığını bilir bence. Birisi, elini uzatan birileri yoktur bilir, karşı kıyı da mümkün değildir çoğu zaman. Düzen bellidir, insan gerçeği ortadadır. Gene de sorun ettiğini anlatmaktan alıkoyamaz kendini. Öncelikle kendisi içindir. Sevgili okurları, edebiyata inanları, onunla yürüyenleri ayrı tutsak bile – onlar da bir avuç zaten. Hadi iki avuç olsun ve orada bir kıpırtıya, bir soruya veya bir değişime sebep olalım- bu gene de dönüştürücü, kurtarıcı bir hal yaratamaz. Şimdiye dek yaratamamış da. Tersi olsaydı dünya da bambaşka bir yer olurdu. Az şahitliğin bir iyileştirme getirebileceği inancını taşımıyorum. Keşke olumlu bir şey söylemek mümkün olsa.
“Zehirli Masal”ın “Ahali” kısmında anlatılan insanlar “Kanayan yerlerinden utanır, yaralarını gizler, her gün yeniden tenhalaşır, aya bakmaz, düş kurmaz, kaybolmazlar bu yüzden. Sapasağlamdırlar, lakin ışıkta kör, karanlıkta dilsiz ve ilişkide sağırdırlar. Bir türlü aymazlar, sevişmeden çiftleşir, hesapsız çoğalırlar.” Peki, onlar neden ve nasıl böyle olmuşlardır? Okumadan, yazmadan, hayata dokunmadan yaşamak nasıl bir şey size göre?
Yüzlerce yıldır süregelen, içine düştüğümüz dünya düzeninin yarattığı nedenlerle bu haldedirler. Herkesin bildiği gibi, klasik deyişle efendiler ve köleler, yönetenler ve yönetilenler, aşağıdakiler ve yukarıdakiler sistemi. Gücü ele geçirenlerin koyduğu engellerle güçsüz bırakılanlar, mahrum edilenler. Ne var ki bunu oluşturan, yapan, yürüten gene insan. Asıl insana bakmalı burada, insanın ne’liğine. Okumadan, kavramadan –yazmadan olabilir pekala, onu ayrı tutuyorum- hayata dokunmadan yaşamak benim için özetle çöl anlamına gelir.
“Ada” öykünüz başta olmak üzere öykülerinizin geneline sinmiş “Sesler, yıllardır uykunu kaçıran, içini acıtan sesler.” var. Yazmak, o içimizdeki sesleri beyaz kâğıtlara aktarmak mıdır biraz da? Peki, hitap muhatabını nasıl bulacak?
Öyle de denilebilir evet, içimizdeki sesleri başkalarına da duyurmak için kâğıda dökmek. İkinci sorunuza gelince… Ah bir bilebilsem, hitap muhatabını nasıl bulacak bu kara düzende. Yazanı tehlikeli, yazılanı da kendisine karşı tehdit olarak gördüğü için okura ulaşmasını türlü yollarla, hatta edebiyatın, sanatın araçlarını kullanarak engelliyor. Benim ya da beş on kişinin ulaşması ki o da tartışılır, değil mesele, topyekun nasıl ulaşacağız… Bu koşullarda zor görünüyor.
Öykü dilinizi en çok hangi kaynaklardan besliyorsunuz desek…
Dilin kendisinden. Dil, uzak durmaz, kaçmasanız, engellemeyip izin verirseniz ya da dil çalışırsanız bütün kapılarını açıyor. Okuma yolculuğunda ise dil işçiliğini önemseyen, önceleyen yapıtlarla yol arkadaşı olmak dil bilincini getiriyor düşüncesindeyim.
Yazıyla, özellikle de öyküyle kurduğunuz o “bağ”ı nasıl tarif edersiniz?
Benim ‘yarına, öldükten sonraya kalma’ takıntım yoktur. Yeryüzündeki zamanımı, bu zamanın çoğunu yazarak geçirmek iyi geldi bana, katlanma gücü verdi. Sıkılmadan yaşamama neden oldu. Vanya dayı’nın dediği gibi ‘Çalışmak çalışmak çalışmak, bizi bu kurtaracak.’ Aslolan bu. En değerli şey üretmektir benim için. Öyküyle kurduğum bağa gelince, kısa, lâkin çok imkânlı bu türü diğerlerinden daha fazla çok sevdim.
Yazı ile neyi/neleri değiştirebilir neyi/neleri değiştiremeyiz?
Her yazılan değil, değiştirebilme niteliğine sahip yapıt, ulaştığı kişilerde bir kavrayışa, farkındalığa, diğerlerini anlamaya ve empati kurulmasına, bu tür bir değişime neden olur. Tabi alımlayıcının ona açık olması, reddetmemesi koşuluyla. Diğer sorunuzda da söylediğim gibi azınlığın değiştirebilme gücü ne yazık ki yoktur.
Bundan sonraki projelerinizden de bahsetseniz biraz “yazı”ya dair…
Bir roman yazmaya başladım, onunla uğraşıyorum. Bir de tek kişilik bir oyun yazmayı düşünüyorum.
Söyleşi: Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (15 Mart 2017)