Söyleşi: Deniz Sanlı
Edebiyatta kırkıncı yıl yolculuğundaki Jale Sancak ile önemli kırılma noktalarından biri olarak görülen kitabı “Tanrı Kent”in yeni baskısı (İthaki Yayınları) üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Sancak ile “Tanrı Kent”i konuşurken kendisinin yazarlık macerası, öykünün dünü ve bugünü, İstanbul’un ruh hâli ve bir yazarın şehriyle kurduğu ilişki de konuk oldu masaya.
1980’lerden beri eliniz kaleminizde yaşıyorsunuz ve öykü, bu kalem yolculuğunun hep en özel durağı oldu. Merakım şu: Bu tür, dertlerinizi anlatabilmekte nasıl bir alan açıyor size ki hep onun peşinden yol alıyorsunuz?
Az konuşmayı yeğlemek ve özü söylemeyi sevmek diyebilirim. Az, özü söylemek için iyi bir olanak. Az, anlatımda sık bir doku oluşturmak, yoğunluğu koruyabilmek için de iyi bir olanak. Dili özel kılmak için de elbette. Türün saydığım bu özellikleri nedeniyle hâlâ onunla yolculuğum aşkla sürüyor.
Pek çokları için öykü bir okul. Pek çok zaman da romana geçiş için… Sizin için nedir, ne oldu bugüne kadar?
Yazılması kolay sanıldığı için öyküyle başlayanlar, onu romana geçişte bir basamak gibi görenler vardır. Hep olmuştur. Oysa öykü bir ana tür, bu türe özgü temel özellikleri var ve iyi öykü de öyle pek kolay yazılamaz. İşte tam da bu noktada, bu zorlukta bir okul hali yahut öğreticiliği olabilir. Nitelikli yazı atölyelerinde katılımcılar bu gerçekle yüz yüze gelirler. Tabii ehil olmayanların verdiği eğitimler için aynı şeyi söylemek mümkün değil, ne yazık ki giderek çoğalıyorlar ve öğrencilerini de yanlış yönlendiriyorlar. Öte yandan öykünün okulundan geçmemiş, hiç öykü yazmamış, çok nitelikli romanlar yaratan yazarlar var. Kendim için şunu söyleyeyim: Ben şiirle başladım, sonrasında yirmi küsur yıl boyunca sadece öykü yazdım, sabırla öyküyü öğrenmek için uğraştım, bu uzun süreden sonra öyküden vazgeçmeden roman da yazmaya başladım. Geçen zamana ve onca uğraşa rağmen öğrenciliğimin henüz bitmediğini düşünüyorum.
Yazarlık maceranıza gelirsek; nasıl bir süreçti sizin için? Uzun bir yolculuk biliyorum ama genel çerçevede sizde bugün nasıl yankılar uyandırdığını öğrenmek isterim…
Sahiden uzun bir yolculuk denilebilir artık. Kırk yıl hemen hemen. İlkgençlik döneminden itibaren dünya işleri zamanımı hep daralttı, birçoğumuz gibi hayatla boğuşmak zorunda kaldım, canım epeyce yandı lakin engelleyici tüm zorluklara rağmen vazgeçmedim yazdım, yazabildim, üretebildim, işte bu çok iyi geldi bana, sevinç duyuran bir yolculuk oldu, hayata ve insana katlanma, devam etme gücü verdi. Yazarak yaşamaktan mutluyum.
Yolculuğunuzu izleyenler, yazıyla kurulan derin bağların da izini sürecektir. Yazının hayatın kendisi olmaya başlama süreci nasıl bir düzen getiriyor hayata?
İyi hesaplanmış bir kurguya ihtiyaç duyuyorsunuz ve gündelik hayatınızı bu kurguya göre programlıyorsunuz. Böylece de zaman darlığından zaman yaratıyor, daha disiplinli yazmaya başlıyorsunuz, kimi şeyleri askıya alıyor ya da hiç yapmıyorsunuz, fedakârlık ediyorsunuz pişmanlık duymadan. Tabii bu söylediklerim tamamen dış dünyadan, insanlardan, ilişkilerden kopmak, vazgeçmek anlamına gelmiyor. Aslında birbirinden ayırdığınız iki hayatınız oluyor.
Bu bağlamda nasıl bir yazı düzeniniz olduğunu da öğrenmek isterim…
Ben hemen her gün, belli saatlerde, daha çok da geceleri çalışırım. Yazmak için bir esin beklemem. Ne yazıyorsam, öykü, roman, oyun onunla uğraşırım. İş hayatım boyunca da böyle oldu bu. Eğer bu tür bir düzen tutturmasaydım üretebilmem çok güç olurdu.
“Tanrı Kent”e gelelim. Uzun denebilecek bir aradan sonra tekrar baskı yaptı ve okur karşısında. Sizi bu kitaba yeniden çağıran duyguları öğrenebilir miyim?
Her yazar sadece yeni yazdıklarının değil, baskısı biten daha önce yayımlanmış kitaplarının da yeniden okura ulaşmasını ister. Sözün zamanı geçmez ve geçmişe gömülmeleri için bir neden yoktur. Ben de bunu hedefliyorum ve kitaplarımın tekrar basımlarına “Tanrı Kent”le başlamak istedim, dünden bugüne değişmek şöyle dursun hoyratça devam eden ve giderek devleşen günümüz meselelerini anlattığı için öncelik onun oldu.
Öykülerle İstanbul’u gezdiriyorsunuz okurlarınıza. Semt semt bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Sadece “Tanrı Kent” özelinde de değil, İstanbul hemen her zaman uğranması gerek bir durak oldu sizin için. Şehriyle bir yazarın kurduğu ilişki üzerine ders niteliğinde bir kitap özellikle “Tanrı Kent”. Bahsetmek ister misiniz bu ilişkiden?
İstanbul tüm halleriyle bana öyküler bağışlayan bir şehir oldu. Yazmak üzere daima seyrettim onu. Bu seyrediş güneşinin batışını, kız kulesinin manzarasını, erguvanlı tepelerini -elbette bu saydıklarımı da bayıla bayıla seyretmişimdir- anlatmak için değil, daha çok metropolün yırtıcılığını, karanlığını, kuytusunda tükenenleri, ara sokaklarında kaybolup gidenleri ve bunun gibi bazı şeyleri yazmak içindi. Özellikle Tanrı Kent’te okuru, bunlara bir de birlikte bakalım arzusuyla bir gezintiye davet ediyorum.
Ders demişken, bir yandan süregiden “yazı öğretmenliği”nizden bahsetmemek olmaz. Nasıl gidiyor o süreç? Pek çok eli kalem tutanı edebiyatla tanıştırdınız değil mi?
Yoğun ve gerçekten keyifli. Birlikte üretiyor olmak çok güzel. Bunun yanı sıra öyküleri dergilerde yer alan, kitapları yayımlanan, ödül alan öğrencilerimin olması bana mutluluk ve kıvanç duyuruyor. Elbette asıl cevher onlarda, ben sadece bir kılavuzum ya da o cevherin farkına varmalarını sağlıyorum diyelim. Ayrıca uzun uzun öykü üzerine konuşmak, birlikte edebiyat okumaları yapmak, okunanları heyecanla paylaşmak hepimiz için çok kıymetli.
“Tanrı Kent”e yeniden dönecek olursak; sizinle nasıl yeniden konuşmaya başladı öyküler? Bu bağlamda, bir yazarın yazdıklarıyla kurduğu ilişkiden de konuşalım isterim. Yazıp bitirdikten sonra kitap içinde kalıyorlar mı, yoksa yazar zihninde yaşamaya devam mı ediyorlar? Nasıldır bu ilişki, anlatır mısınız?
Daha önce de belirttiğim gibi “Tanrı Kent”te yer alan açmazlar, dünya düzeninin yarattığı meseleler. Çözümsüz halleri devam ederken tahribatları da enikonu arttı. O nedenle beni hayli huzursuz eden bu hallere okurun da yeniden bakmasını istedim. Şu yazıp bitirdikten sonra yazılanların yazarda yaşaması konusuna gelince, iki romanım ve “Tanrı Kent” özelinde şöyle bir durum var: Özellikle coğrafya, şehir ve mekânları da birer kahraman kıldığım, onların sorunlarını işlediğim ve o coğrafyanın, şehrin içinde yaşadığım için anlattığım olay ya da sorunlarla kezlerce karşılaşmak durumda kalıyorum. Zihnimde ya da kitaplarda uyumaları ne mümkün, sık sık hatırlanıyorlar elbette.
Şehre dair geçmişten bugüne, zenginlikten fakirliğe, yalnızlıktan kalabalığa pek çok ses duyuyoruz öykülerde. Merakım, tüm bu farklılığın aynı kitabın çatısı altına nasıl girdiği, aynı duyarlılığa nasıl hizmet eder hale geldiği? Neye yormalıyız bunu; yazara mı, ele aldığı konulara mı, yoksa İstanbul’un kendisine mi?
Şehir tam da böyle, çok yüzlü, çok sesli, çok renkli. Yüzler, sesler, renkler, ipleri birbirine dolanmış, düğüm olmuş yumakları andırıyorlar. Şehir çelişkilerin, ayrımların, farklılıkların, ötekiliğin, bir aradalık içindeki uzaklıkların, yabancılıkların, düşmanlıkların çok net görüldüğü dev bir fotoğraf. Yan yanalığın içindeki uçurum. Acı ama iyi bir malzeme sunuyor bu halleri yazmak isteyene. Ben bu halleri yazmak istedim. Yoksa İstanbul’u bütün bu dertlerden azade, pek ışıklı, pek görkemli vb. anlatmak da mümkün, öyle isteniyorsa.
Her kitaptan okuruna bir şeyler kalır, okur bir şeyler öğrenir; bu kitaptan yazarına ne kaldı peki?
Söylenmeden sarsan birçok söz, yazılmaya değer daha birçok hikâye ve az da olsa derdi anlatabilmenin sevinci.
edebiyathaber.net (5 Mayıs 2020)