“Bu mantıklı, keyifli seslerin ortasında yapayalnızım. Tüm bu yaratıklar zamanlarını açıklamalar yaparak ve birbirleriyle hemfikir olmanın mutluluğunu yaşayarak geçiriyor. Tanrı aşkına, hep birlikte aynı şeyi düşünebilmek neden bu kadar önemli?”
Kravatlı beylerin kafelerde gazete okuyup sohbet ettiği, tuvallerine rengârenk fırça darbeleriyle hayat veren empresyonistlerin Montmartre sokaklarında şaraplarını yudumladığı, zarif şapkalarıyla alımlı kadınların kaldırımlarda salına salına yürüdüğü bir yaz günü, 21 Haziran 1905’de Paris’te bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Adını Jean-Paul koyarlar. Babası Jean-Baptiste Sartre bir donanma subayı, annesi Anne-Marie ise Nobel Barış ödüllü Dr. Albert Schweitzer’in kuzinidir.
Daha oğlu iki yaşına gelmeden eşini kaybeden annesi, babasının yanına yerleşir. Bir Almanca Profesörü olan dedesi, Jean-Paul’e matematik öğretir ve onu klasik edebiyat dünyasıyla tanıştırır. 1920’lere gelindiğinde Jean-Paul zamanının ünlü düşünürlerinden Henri Bergson’un eserlerine ilgi duymaya başlar. Böylece felsefe dünyasına ilk adımını atmıştır artık. Daha sonraki yıllarda bu dalda eğitimini sürdürür ve Paris’in ünlü öğretim kurumlarından École Normale Supérieure’den felsefe doktorasını alıncaya kadar akademik çalışmalarına aralıksız devam eder.
“Düşünce özgürlüğünden yoksun olmak, düşündüğünü söyleyememek değil hiç düşünememiş olmaktır.”
Jean-Paul bu süreçte Kant, Hegel, Kierkegaard gibi 19. yüzyıl düşünürlerinin eserlerini derinlemesine inceler. Kendinden birkaç yaş büyük olan Alman Filozofu Heidegger’in makalelerinden etkilenir.
Bir gün gelir, genç yazar Sorbonne’da okuyan Simone de Beauvoir ile tanışır. Tek eşliliğe dayanmayan bu dostluk, ömür boyu sürecek bir romantik ilişkiyle neredeyse efsanevi boyutlar kazanır. Burjuva eğitimi almış olmalarına rağmen kendilerine miras kalan kültürel ve sosyal önyargılardan sıyrılacak, birer özgür birey olmanın anlamını artık birlikte sorgulayacaklardır.
“İnsanoğlu özgürlüğe yazgılıdır; çünkü bir kere dünyaya atıldıktan sonra yaptığı her şeyden sorumludur.”
Sartre doktorasını tamamladıktan sonra 1929-1931 yıllarında Fransız ordusunda görev yapar. Buna karşın hayatı boyunca militarizme daima karşı çıkacak, Cezayir’de 1954’ten 1962 yılına kadar süren bağımsızlık mücadelesinde Fransızların bir suç işlediğini tüm dünyaya ilan edecektir. Bu görüşlerini Fransız ordusu Cezayir’de katliamlarına devam ederken Paris’te dile getirebiliyor olması da unutulmamalıdır. Hatta bu nedenle devletin bazı organları yazarın kulağının çekilmesi yönünde harekete geçmeye hazırlanmışlar, ancak devrin güçlü lideri Charles De Gaulle tarihe geçen “Sartre, c’est aussi la France’ – Sartre, Fransa’nın ta kendisidir” sözüyle bu tartışmalara son noktayı koymuştur.
“Sadece kürek çekmeyen adamın kayığı sallamaya vakti vardır.”
II. Dünya Savaşı başladığında yeniden orduya katılan Sartre, geçilmez sanılan Majino Hattı’nı sürpriz bir hamleyle ele geçiren Alman birliklerine esir düşer. Dokuz aylık esaretinde Heidegger’in yeni yayınlanan Sein und Zeit – Varlık ve Zaman adlı eserini okur. Daha sonra gözlerindeki zafiyet nedeniyle serbest bırakılacak, hayatın bir cilvesiyle, Alman işgali sırasında kukla bir hükümet kuran Fransız Başbakanı Vichy döneminde görevinden uzaklaştırılan Yahudi asıllı bir öğretmenden boşalan koltuğa oturup, öğretmenliğe başlayacaktır.
Sartre Paris’ten tanıdığı meslektaşlarıyla örgütlenip Nazilere karşı mücadele eden direnişçilere bir katkı sağlamaya çalışır. Ancak yeterli cesareti bulamayanların çok laf üretip bir türlü eyleme geçememesi bu çabaları sonuçsuz bırakacak, Sartre da yazarlığına geri dönecektir.
“Hayat üç bölümdür: Dünyayı değiştireceğini sandığın, değişmeyeceğini anladığın ve dünyanın seni değiştireceğine emin olduğun.”
Varoluşçu düşüncenin temel kitaplarından biri, egzistansiyalizmin manifestosu olarak kabul edilen ilk eseri La Nausée – Bulantı, 1938 yılında Fransa’da yayınlanır. Bu felsefi çalışmayı, 1936-1939 yıllarında kanlı bir iç savaşa sürüklenen İspanya’da faşist Franco birliklerince ölüme mahkûm edilen bir cumhuriyetçinin direncini yitirip bir arkadaşını ele vermesini konu alan Le Mur – Duvar (1939) takip eder.
Sartre’ın ikinci önemli çalışması L’Imagination – İmgelem (1940) algı, bilinç düzeyi ve hayal kavramlarını sorgular. Her çok yönlü yazar gibi Sartre da eserlerinde oyunlara ve senaryolara da yer vermiştir. Toplu Oyunlar başlığı altında Türkçe yayınlanan Sinekler (1943), Gizli Oturum (1944), Mezarsız Ölüler (1946) ve Kirli Eller (1948) bu tür eserlerdir.
Yazarın başyapıtlarından biri olarak kabul edilen L’Être et le Néant – Varlık ve Hiçlik, askerlerin yaz kış demeden birbirlerini öldürmeye çalıştığı günlerde, 1943 yılında yayınlanır. İşin ilginç yanlarından biri de Alman işgalindeki katı sansür uygulamalarına rağmen bu eserin Fransa’da basılmasına izin verilmiş olmasıdır. Bir eleştirmenin ifadesiyle, “İnsan, ilk defa bu yapıtta, özgür olmaya ‘mahkûm’ edilmiştir.”
“Her seçiş bir vazgeçiştir.”
Yazmaktan ve üretmekten yorulmayan Sartre, 1945 yılında, daha sonra Les Chemins de la Liberté – Özgürlüğün Yolları adını alacak olan üçlemenin ilk romanını yayınlar. İlk eser L’Age de Raison – Akıl Çağı adını taşır. Bu romanı Le Sursis – Yaşanmayan Zaman (1947) ve La Mort Dans L’Ame – Yıkılış (1949) takip eder. Akıl Çağı yayınlandığında Cezayir doğumlu Fransız yazar Albert Camus Paris’te bulunmaktadır. Kitabı okuduktan sonra bir dostuna bu kitap hakkında çok düşündüğünü ve içeriğini kendisine çok yakın bulduğunu anlatır. Daha sonra kaleme aldığı bir kitap eleştirisinde Akıl Çağı ‘nda berrak ve güçlü bir beynin biraz savurganca harcandığından yakınır. Camus’a göre eserin betimsel ve felsefi yönleri yeterince dengeli değildir. Buna rağmen, genel hatlarıyla eseri pozitif yönleriyle tanıtması ve beğenisini ortaya koyması, Sartre ile Camus arasında bir yakınlaşma doğurur.
II. Dünya Savaşı boyunca Paris’te Combat adlı bir gazete çıkartan Camus’ye o dönemde en büyük destek Satre’dan gelir. Aylar geçtikçe güçlenen bu dostluk ailece birlikte yenen uzun akşam yemekleri ve tüketilen içkilerin, erotik esprilerin, hınzır tartışmaların, karşılıklı söylevlerin eşliğinde 1951 yılına kadar sürer. O tarihte Camus’nun yayınladığı L’Homme Révolté – Başkaldıran İnsan ile birlikte ortaya çıkan fikir ayrılığı bu dostluğun da sonu olur. Tam yirmi dokuz yıl sonra, yayın dünyasından tanıdığı bir kitap eleştirmeni ile yaptığı söyleşide, Sartre bir yandan Camus için “dönek, maymun iştahlı “ gibi sıfatları sıralamaya devam ederken, öte yandan da “o tarihten beri bir başka yakın dostum hiç olmadı “ demek ihtiyacını duymuştur. Sartre bir egzistansiyalist olduğu için mi hiç yakın dostu olamamıştı? Yoksa mizacı gereği böyle bir yaşamı tercih ettiği için mi bir varoluşçu olmayı yeğlemişti acaba?
Yazarın bir sonraki eseri Les Séquestrés d’Altona – Altona Mahpusları 1959 yılında yayınlanır. Sartre’ın Nazi Almanya’sını ele aldığı bu oyun aynı zamanda süregiden Cezayir Kurtuluş Hareketi’ne karşı Fransa’nın ve Fransız aydınlarının takındığı tavrı da eleştiren bir üslupla yazılmıştır. İlk olarak Paris’te, Théatre de la Renaissance’da sahneye konulan bu eserinde yazar Nazi Almanya’sının vahşetine SS örgütleri kadar ekonomik çıkarları için savaşı destekleyen yerli sanayicilerin ve burjuva sınıfının önde gelenlerinin de ortak olduğunu ilan eder.
Yirminci yüzyıl Fransız filozoflarının arasında çok önemli bir yeri olan Sartre, 1964 yılında Nobel Edebiyat ödülünü kazanır ve şu sözlerle ödülü kabul edemeyeceğini açıklar:
“Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’Honneur’ü de kabul etmemiştim. Fransız Akademisi’ne de girmedim. Yazar kendisinin bir kuruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye dahi olsa reddetmemin kişisel nedenleri bunlar. Ayrıca şu da var: Ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma vardır ve olmalıdır. Burjuva bir ailede yetiştiğim halde sosyalist oldum. Sempatim ondan yanadır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumundan dolayı, kabul edemem.”
1953 yılında başladığı otobiyografik eseri en nihayet 1964 yılında Les Mots – Sözcükler adıyla yayınlanır. “Yazarın amacı, geçmişi yeniden canlandırmak değil, ona anlam kazandırmaktır. Gereksiz ayrıntılardan kaçınır, Marksçı düşünceden, belirli ölçüde de ruh çözümlemesinden yararlanarak bize öznelliğin ağır bastığı çocukluk çağında, kendini nasıl edebiyata verdiğini, edebiyatla mutlağı bulduğunu anlatır.” (arka kapaktan alıntı)
Bir gözü zaten görme özürlü olan Sartre hayatının son dönemlerinde okuma yeteneğini tümüyle kaybeder. Bu durum özellikle yazı yazma imkânını ortadan kaldırır. Bir söyleşisinde, “elimde kağıtları tutmadan, farklı zamanlarda tuttuğum notları bir arada değerlendiremeden, yalnızca dikte ederek bir şeyler yazmak bana göre bir iş değil” der. Bu süreçte çalışmalarını yakın dostu Simone Beauvoir ile birlikte yürütür.
Bir başka söyleşisinden anladığımız kadarıyla tüm hayatını mesleğine vakfetmiş bu yazarın saklı ilgi alanlarından biri de müzikmiş. Neredeyse tüm ataları piyano çalan Sartre, hayatının büyük bir bölümünde günde ortalama iki saat piyano çaldığını anlatır. Üvey kızı Arlette de büyüdükten sonra piyanosuna flütü ile eşlik eder, şarkı söylermiş. Sorular sıklaştığında, büyük bir alçakgönüllülükle, bir keresinde bir sonata bestelediğini, en çok da Debussy ve Ravel gibi romantik bestecilerden hoşlandığını itiraf eder Sartre.
Yoğun çalışma temposuna ayak uydurabilmek için aldığı ilaçların da etkisiyle sağlığı hızla kötüleşen yazar, 1980 yılının bir ilkbahar sabahı hayat arkadaşı Simone de Beauvoir’ın kolları arasında hayata veda eder.
Çok sevdiği Montparnasse bölgesindeki mezarlığa defnedilirken devrin Devlet Başkanı Giscard d’Estaing Fransız halkının acısını şu sözlerle paylaşır: “Sartre’ın ölümüyle, ülkemizin 20. yüzyıldaki en büyük ışığı söndü”.