I
Alejandro Jodorowsky, gerçeküstü unsurlarla bezenmiş, cinsellik ve şiddetin cesurca sergilendiği, genel seyirci kitlesi tarafından kolay kolay beğenilmeyecek filmlere imza atmış, yaşayan en önemli birkaç yönetmenden birisi olarak tanımlanabilir.
Jodorowsky, Kültleşmiş filmlere imza atan bir yönetmen olmasının yanında, tarot uzmanı, yazar, psikoterapist, psikobüyücü (psikobüyüyü onun ‘icat’ ettiği söylenir), çizgi roman yazarı, performans sanatçısı, tiyatro yönetmeni, kuklacı, mim sanatçısı olarak da anılır.
17 Şubat 1929 Şili doğumlu yönetmen, Ukrayna ve Polonya kökenli bir ailenin çocuğudur. 1950’li yıllarda Fransa’da yaşamaya başlar ve bu döneminde tiyatroyla içli dışlı olur. 1960’lı yıllarda Meksika’ya yerleşir. 1968’de ilk uzun metrajlı filmi “Fando y Lis” gösterime girer. Oldukça sınırlı bir bütçeyle çekilen film, döneminde büyük tartışmalara neden olur. “Fando y Lis” ile yönetmenliğe hızlı ve tartışmalı bir giriş yapan Jodorowsky, ilerleyen yıllarda her biri kendi alanında kült kabul edilen ve yönetmenin en iyi işleri olarak adlandırılan “El Topo” ve “The Holy Mountain” isimli filmlerini çeker.
Daha sonra, aralıklarla da olsa film çekmeye devam eden Jodorowsky, son iki filminde üslubundan taviz vermeden otobiyografisini sunar izleyicilerine: 2013 yapımı “La Danza De La Realidad” yönetmenin çocukluğunu merkeze alırken, 2016 yapımı “Poesía Sin Fin” ise yirmili yaşlarına dair bir öykü anlatır. Her iki yapımda da gerçeküstü unsurlar ön plandadır ve doğrusal bir öykü anlatımı bulunmaz.
II
Alejandro Jodorowsky, gerçeklerle hayalleri harmanladığı otobiyografik yapıtlarını filmlerle sınırlı tutmamış.
Orijinal dilinde 1992’de yayımlanan ve dilimize 2016’da kazandırılan Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer’de yönetmenin soy ağacının hikâyesini okuruz.
Kitabın önsözünde yazar bize şöyle seslenir: “Kitapta geçen tüm karakterler, yerler ve olaylar gerçektir. (…) Bu gerçek, dönüştürülmüş hatta destansılaştırılmıştır.”
Yukarıda kısa bir alıntı yaptığım önsözün dışında kitapta beş bölüm bulunuyor. İlk bölüm, Babamın Kökleri’nin ardından, sırasıyla, Annemin Kökleri, En Uzak Ülke, Vaat Edilmiş Pampa, Jaime İle Sara Felicidad isimli bölümleri okuyoruz. Bölüm başlarına, öyküsü anlatılacak ailenin soy ağacı da eklenmiş. Bu çizelgeler, işler çok karıştığı zaman bize yol gösterici olarak epeyce iş görüyorlar.
Alejandro Jodorowsky babasının köklerini anlatmaya Ukrayna’daki büyük dedesinden başlıyor ve bizi bir anda dönemin sosyal ve siyasal ortamının içinde, ayakları yere basan bir destanla baş başa bırakıyor. Bu destan, bir ayağını, Güney Amerika edebiyatının, tüm dünyada duyulmasını sağlayan Büyülü Gerçekçilik akımına diğer ayağını da Jodorowsky sinemasına aşina okurlara tanıdık gelecek, gerçeküstü bir atmosfere basıyor.
Romanın ilerleyen bölümlerinde, üslup olarak ilk bölümle tutarlı bir şekilde, yazarın anne tarafının tarihini okuyoruz ve bu iki ailenin torunlarının, uzun yollar, yıllar ve maceraların ardından kesişen kaderleri sayesinde Alejandro Jodorowsky dünyaya geliyor.
Beş yüz sayfayı aşan bu uzun destanda özellikle vurgulanması gereken iki önemli oluşturucu unsur bulunmakta:
İlki, kitapta “Kabala araştırmalarını abartmış bir Kafkasyalı” olarak tanımlanan ve Jodorowsky’nin dedesinin, yaşadığı mistik bir deneyimin ardından tanıştığı ve ailenin başı ne zaman sıkışsa, verdiği nasihatlerle, onları içinde bulundukları zor durumdan kurtaran, Araf’ta kalmış ruh “Rebe”.
Rebe, Alejandro Jodorowsky’nin önce dedesine sonra babasına görünen gizemli bir ruh olarak nesiller boyunca Jodorowsky ailesinin görünmez destekçisi olmayı sürdürüyor.
İkinci unsur ise, Alejandro Jodorowsky’nin birçok söyleşisinde dile getirdiği, daha önceki yaşamlarının ardından, bu hayatında, doğmasını sağlayan spermi ve yumurtayı kendisinin birleştirdiği yönündeki iddiası. Kitabın son bölümü bu iddia üzerine kurgulanmış. Şöyle başlıyor:
“Jaime ve Sara Felicidad’ı birleştirmem çok zor oldu. Bu dünyada tekrar beden bulma planım kaçınılmaz olduğunda baba olarak seçtiğim adam kendini Şili’nin en güneyinde bir sirkte saçından astırıyordu ve annem olması gereken kadın kendini ülkenin en kuzeyinde çölde bir mabede kapatmıştı. Ülkenin kuzey ve güney uçları arasında dört bin kilometreden fazla mesafe vardı. Eğer 1919’da birbirinden farklı – zıt demeyelim – iki karakteri, gelecek bedenimi oluşturacak ögeler olarak seçme kararı vermeseydim, hiçbir zaman buluşmazlardı…”(s. 334)
Kitabın devamında bu imkânsız buluşmanın nasıl gerçekleştiğini okuruz. Yeryüzünde Alejandro Jodorowsky isimli bir kişi gerçekten var olduğuna göre de bu buluşma, kimse için sürpriz olmaz. Zaten, Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer, sonu için değil, anlatılan süreç için okunması gereken kitaplardan.
III
Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer’i merak eden okurları kolay bir okuma serüveni beklemiyor. Zamansal atlamalar, gerçeklikten tamamen uzaklaşılan uzun bölümler, iki aileyi merkezine almasına rağmen, farklı coğrafyalarda yaşayan ve yolu bu iki aile ile bir şekilde kesişen yüzlerce insan ve yaşadıkları, kitabın sindirilmesini zorlaştıran temel unsurlar.
Bununla birlikte, Alejandro Jodorowsky gibi son derece aykırı bir kişiye daha yakından bakabilmek için bu kitap mutlaka okunmalı. Kitabın ardından da yönetmenin son iki filmi, “La Danza De La Realidad” ve “Poesía Sin Fin” izlenmeli.
Tüm bunlara ek olarak da Jodorowsky’nin içinde bir ukde olarak kalan, 1970’li yıllarda başladığı ancak tamamlayamadığı “Dune” filmi projesinin anlatıldığı, 2013 tarihli “Jodorowsky’s Dune” isimli belgesel de izlenmeli.
Yarım kalan projesini anlatırken, Jodorowsky’nin gözlerinde gözlemlediğimiz ışıltı, bu dâhi yönetmenin kişiliği hakkında yüzlerce sayfaya bedel bir açıklama olarak hafızalarımıza kazınıyor.
Onur Uludoğan – edebiyathaber.net (24 Mart 2017)