“Aslında geçmişi kurcalamaktan nefret ederim. Orada acıdan başka bir şey yok.”
Sıklıkla suçluluk duygusunu irdeleyen John Boyne, şimdi Çizgili Pijamalı Çocuk’un devamı, daha kapsamlı bir yapıtla karşımızda. İlkinde Auschwitz kampını yöneten bir Nazi subayının oğlu Bruno’yla kamptaki Yahudi çocuklardan biri olan Shmuel’in dostluğu üzerinden soykırım sorgulanırken, Artık Hiçbir Yer Ev Değil’de Bruno’nun ablası Gretel’in savaş sonrası yaşantısı; suçluluk ve masumiyet kavramlarının karmaşık bağlamsallığı sergileniyor. Roman, geçmişin kâbussu güncelliğini de vurgularken masumiyetle suçluluk arasında özgürleştirici bir umut arzusunu da içselleştiriyor.
Özgün bir umut arzusu var Boyne’un. Edebiyatın gücüne duyulan umut bu. Yazar önceki yapıtlarındaki gibi kötüyü içerden anlatıp onun da bir hikayesi olduğunu hatırlatarak aynı umudu yeşertiyor: İnsanı, iyinin ve kötünün ötesinde kavrama çabasının yarattığı bir değişim arzusunu da içeren bir umut bu.
Boyne, aynı umudu, Alman Nazizmi’nin ürettiği eril tarihe karşılık Gretel’in dişil tarihini konumlandırarak dillendiriyor. 1000 yıllık Almanya rüyasının nihai açarı olarak görülen soykırımı, hem soykırımcının hem de soykırıma maruz kalanın bakış açısından okurken insanı kavrama çabasının Gretel’in günümüzdeki yaşantısında güncellenerek bu umutta somutlaştığını görebiliyoruz.
Bu bakımdan romanın en çarpıcı yanı soykırımın soykırımcıya yaşattığı tutsaklığı ele alışında. Soykırımcının kendi cehenneminin de taşlarını döşediğini, Nazilerin ruhsal ve kültürel anlamda kısır, yüzeysel, cehaletinde boğulan, sanat ve yaratıcılıktan yoksun bir toplum ürettiğini okuyoruz.
Bu toplumda, Ari ırkın erkeği toplumsalını yaşarken, Nazi kadını evinde, temel görevi olan anneliği, eşliği ve ev kadınlığıyla kısıtlanır. Gretel’de ve annesinde somutlaşan, umutsuz bir yaşantı yoksunluğudur; ekonomik özgürlükten, nitelikli eğitimden yoksun, insana bireysel ve toplumsal bir inisiyatif sunmayan bir hayattır. Bu insanlar bir ideolojinin köleliğinin ötesinde “herhangi bir uğraş için yetiştirilmemiş(liğin)” tutsaklığıyla kötürümleşmişlerdir.
Soykırımın soykırımcıyı tutsak kılışı romandaki bir başka Nazi subayı olan Kurt Kotler (Kozel)’in kişiliğinde de Nazi erkeğinin o cehennemin zebanisine dönüşmesinde sergilenir. Kurt’ün, Gretel’i boğan Avustralya sıcağından etkilenmemesi Kurt’un Naziliğiyle örtüşür. Savaş sonrasında Avustralya’da kendine yeni bir kader yaratmışsa da Kurt, Hitler’in büyüsünü cahilce bir tapınmayla barındırmayı sürdürecektir. Güç sarhoşluğuyla Almanların dışındaki tüm insanların insanlığına yönelik amneziden mustarip; düşünme yetisinden yoksun ve otomat bir nesil Kurt’te cisimleşecektir.
Faşizmin doğallaşmasını, güncellenip gündelikleşmesini Gretel’in günümüzdeki komşuları Alex ve ailesiyle ilişkilerinde izleriz. Alex’in Madelyn’e ve Henry’ye yönelik baskıcı tutumu, aile faşizmi, kadın düşmanlığı; tahakküm arzusu; kendisine itaat edilmemesi halinde asileri yakmakla tehdit etmesi bize ve Gretel’e, Nazileri, kitap yakma eylemlerini ve toplama kampı fırınlarını anımsatır. Bu sayede, bir zamanlar kaçırdığı masumdan yana olma şansı “zamanda geriye götürül(en)” Gretel’i bir kez daha bulmuştur. Gretel’in gerçek bir arınma umudu arzulayan vicdanında Bruno’yla Shmuel’in kaderi Madelyn’le Henry’nin kederiyle örtüşmüştür.
Sonuçta, Boyne, faşizmin güncelliğini, ondan arınma umuduyla buluşturduğu anlatısını iki romana atıfta bulunarak taçlandıracak ve ana izleklerini kristalleştirecektir: Emile Zola’nın Therese Raquin’i ve R. L. Stevenson’un Define Adası. İlkiyle suçlunun vicdan muhasebesi hatırlatılırken; ikinciyle maceracı bir ergenin gözünden, Boyne’un Yazarın Notu’nda belirttiği üzere “hikâyesi anlatılmaya değer” insan hatırlatılır. Ve “gerçekler devrimci” olduğu kadar sadık avcıdır da. Tıpkı gerçeğin peşinde bir ömür tüketmeye yazgılı “sadık okurlar” gibi.
edebiyathaber.net (7 Aralık 2022)